Her insanda meziyyet mevcuttur.
Çünkü ALLAH insanı Ahsen-i Takvim yani Ruhî ve şekil itibariyle de en güzel şekilde yaratmıştır,
İnsan HAKK emirlerine yani kâinatta mevcut ahenge hürmet eder; bu emirler için münakaşa etmez.
Düşünce ve sözleriyle onları zedelemez.
O emirleri ya yapar.
Ya yapmaz o kendisiyle ALLAH arasında bir mes'eledir.
Emirleri yapan: Yalan, gıbta, dedikodu bilmez.
"İnsanı biz topraktan yarattık." Bu âyet insanın cesedinin topraktan yaratıldığını ifade eder ve bu fânidir.
Toprakta MENDELYEF Cetveline göre 99 element aynen vardır, insan topraktan yaratıldığı için bu elementler de vücudda mevcuttur.
O hâlde Toprak da, dünya da fânidir.
"Bir tohum toprağa ekilir. Büyür. Çıkar bir huviyyet kazanırsa, Bizde cesedde Bizden bir lem'a olan Ruhunu oturttuk, Ruha esmâlarımızın benzerlerini göstermek için cesedde muhtelif organlar, uzuvlar yarattık"...
Cesed bozulursa Ruhun hassaları tezahür edemez.
Göz görmek için, göz bozulursa merkez göremez.
Görme merkezi yerinde, ona görmeyi tevlid edecek maddî yollar bozuk demektir. Körlerde rüyada görürler.
Sağırlarda rüyada işitirler...
İnsan en güzel şekilde yaratıldı.
Bunu, güzelliğini koruması için, Ona tabi' olması için birçok usuller, emirler gönderdik.
Bunları tatbik ettiği müddetçe insan Ahsen-i Takvimliğini muhafaza eder.
Bu usul ve emirler de bir nev'i fizikî, kimyevî kanunlara uymak ve onlarla varlığını muhafaza eden maddelerin tabi' olduğu kanunlar gibidir.
İnsan madde tarafıyle bu kanunun içindedir.
Bütün kâinat'da değişmeyen enerji kaynağından kudretini alır.
Onu tüketir ve kaybolur, gider. Maddesiyle moleküllere, atomlara ayrılır. Karışır yine maddeden geldiği maddeye. Maddesizliğe...
Bu durum bir zaman içinde cereyan eder.
Zaman bizim anlamamız için murad edilmiştir.
Zamanı fizikî olarak târif etmek icap ederse:
Hareket etmeyen bir enerji kaynağının harekete geçtiği zamanki kavramı...
Her şey hareket hâline geçebilmek için bu durgun enerji kaynağından bir miktar emmek, atmak mecburiyetindedir.
Denizi durgun bir enerji kaynağı farzedelim:
Balık onun içindeki hayatını temin için denizin içinde dolaşır.
Bu dolaşması zamandır.
Oradan enerjisini alır.
Enerji ne miktarsa o bitti mi kaybolur gider.
Bu hâlin sür'at veya miktarı o olayın ömrü demek olur.
Bütün varlıklar bundan enerji emer, kendisine has bir umut çizgisi kurar. Bu emme kabiliyeti kendisinde kalmadı mı herşey madde ötesine akar.
Bu her'an vaki' olmaktadır.
Maddenin iç dünyası moleküllerinden, proton, dohidron, nötron muvazenesine kadar uzar ve oradan iç dünyası başlar.
İç dünya bu enerji menba'ınının dışında kalır.
Sonsuzluk buradan başlar.
Yani madde ötesine doğru herşey akmaktadır.
Burada hududsuz kâinatta olan nizamdan bir iki söz etmek lüzumu vardır.
Çok dikkatle okunup, anlaşılmasını dileriz.
Zira bu kitabın özüne bu izahtan sonra girilir ve "SU" o zaman anlaşılır. Sonsuz kâinatta bir ahenk ve nizam vardır.
Bu nizam maddenin en küçük parçasını teşkil eden bünyesini husule getiren devamlı hareket ve enerji kaynağından başlar.
En büyüğüne kadar canlı cansız herşey bu harmoninin içindedir.
Âdeta "O"dur..
Bu işlemede fizikî, kimyevî, biyolojik, fizyolojik her bakımdan şuûr vardır. Herşey yapacağı işi bilir. Bu hududdan dışarı çıkamazlar.
Çıkmazlar...
ALLAH kelâmında: "Kâinatta ne varsa HAKK'ı tesbih ediyor.
Siz bunları göremez ve anlayamazsınız."
Her şey her an hem yok olur ve hem de tekrar var oluyor...
Ne tarafa bakarsan bak bu ahenk, bu şuûr her yerde var.
Onsuz boş bir şey yoktur.
Hak heryerde hazır ve nazırdır.
Herşeyi muhittir.
O'nun haberi olmadan bir zerre bile oynaması burda haberi olmadan kelimesinin ifade ettiği mânâ şudur:
Ahenk ve nizamdan dışarı çıkamaz demektir...
En küçük atom ki maddenin ötesini madde âlemine bağlayan nokta...
Asıl Külli Akıl ve şuûr bu noktadan herşey'e kâinatta sızar, insandaki şuûr ve akıl, külli akıl ve şuûrdan o noktadan yani lâ mekandan mekân'a gelen bir lem'a bir ı şıktır...
ALLAH herşeyi bilir.
Menba'ı olduğu için ve ora ile daimi irtibatta hatta onun içinde...
"Biz size şahdamarlarınızdan daha yakınız."
"Birgün bize döneceksiniz..."
Bu âyetteki "Biz" HAKK'ın kudret ve güçleridir...
"Siz" ise kâinattaki ahenge maddî ve manevî yaradılış bağlılığını ifade eder... Bunların hepisi kâinattaki herşey... ilk halkedilen "SU"dan menşeini alır...
Suda Hidrojen ve Oksijen molekülleri var.
Bir kısım oksijen iki kısım hidrojen H-O-H formülü kimyada bu..H2O...
Bunlar durmadan raks hâlindedirler.
Sür'at mefhumunun gayesine yakın bir sür'at... Yani Aklın alabildiği hızdan daha fazla...
Bütün sayısız her şeyin esası, atomları ayrı ayrı kıymet ve adette... Cinsleri, hassaları ayrı ayrı.
Bütün cisimlerin müşterek nüvelerinde su var...
Su olmayan yerde hayat mefhumu bahis konusu değil...
Külli şuûr ve akıl muhtelif tarzlarda, miktarlarda her şeyde mevcuttur.
Hayvanda, nebatta, insanda, maddede de...
Bizim idrâk hududumuz da ölçülemiyen bir şuûr içindedirler... Anlayamadığımız için onlara birçok isimler konmuştur.
Cinslerini, şekillerini bir ahenk içinde devam ettirirler.
Bunların şuûrlu düzenini biz bazı âlet ve tahlillerle anlamaya çalışırız. Şimdi fizikte bir zaman mefhumu vardır.
Her olay bu zaman içinde cerayan eder.
Einstein, zamanı izafî olarak kabul ederek matematik formülleriyle izah eder. Kozirof Rus âlimi, maddede husule gelen olayları bir zaman içinde kabul eder.
Bu zaman o maddenin ömrü diye izah eder.
Şimdi biz burada bunun arkasında gizli, Kozirofun târifinde hareket etmeyen bir enerji kaynağı vardır.
"Her olay menşeini oradan alır ve kendi varlığını idame için harekete geçer ve bir zaman içinde işi bittimi söner gider" diye târif eder.
Bu, durgun enerji kaynağı şöyle izah edilir:
Lâ Mekân durgun enerji kaynağı.
Bilinmiyor.
HAKK'ın Arş'ı Su üstünde kurulmuş.
Haber Öyle...
Arş, HAKK'ın kudretlerinin menba'ı...
ARŞ: ALLAH'ın zâtının aydınlığıdır.
Bu aydınlık ilâhî güçlerle yaratılmamıştır.
ALLAH'ın tabiî aydınlığıdır. Nûrudur.
ALLAH'ın zâtını örten kendi ışık örtüsüdür...
Bu ışıktan bir zerre ayrıldı ve yok oldu.
Bir ampul sönerse odada ziyâ nasıl karanlıkta kaybolursa öyle yok oldu.
O yokluktan Nûr gücü ile sonsuz uzaya uzaklaştırıp ve onu varlığa döndürdü. Biz buna İslamda (ilimde) "Nûr-u M" di ismi veririz.
Kâinatta ne varsa bundan halk edilmiştir...
ALLAH'ın EL VÂCİD ismi vardır.
Maddesiz varlıklardan maddeli varlık yaratan güç mânâsınadır.
Bütün HAKK'ın esmâları ve güçleri bu esmânın içinde mevcuttur, işte Arş bu güçlerin sudur yeri.
Arş'ın altında bizim bildiğimiz su yoktur.
O başka "SU"...
Mekân değil orası...
Bâtıl diye bir kelime vardır.
Dini mânâsı ALLAH'tan hâli, boş farzolunan şey bâtıldır...
Fakat bu kelime de doğru değildir.
Zira ALLAH'tan hâli boş bir yer ve O'nsuz mevcut olmadığından bâtıl dahi yok demektir.
ALLAH'ı görmeyenler bâtıl kelimesini kullanırlar.
ALLAH'ı kendimizde olan ALLAH ile bilebiliriz.
Her şeyde ALLAH görünür.
Her insan, her şey kâinatta HAKK'ın bir başka sûrette bize eli uzanan sadık bir dost...
Onun için her şeyde HAKK'ı görenler başka insanlardır.
Derlerki:
"Zâhirde bâtın ol'ki, Bâtın'd a zâhir olasın!.."
Meşhur arap şairlerinden EBÜ'L-MUNZER bir beytinde şöyle söyler:
"Yâ ilâhî senin olmadığın yeri bize gösterde cehennem'i göreyim..."
Sırr-ı Esrar-ı Vahdaniyet İnsan üzerine yükletilmiştir.
Hakıyki insan HURİ ve GILMAN'dan daha güzel halkedilmiştir.
Görünürlerde zâhir olan insan, gaiblerde de zâhir olmak üzere kendisine Keramet-i İnsaniyyeyi muhafaza ve Kemâlat-ı Beşeriyyeyi idrâk sayesinde her şeyi tasarruf etmesi gayri kabil-i inkârdır.
Mucizeler ve keramet denilen harikulade görünen şeyler bu tasarrufun Asar-ı Zâhiresidir...
İnsan insana uzaktan bakarsa bu Hassa-i Asliyesini kaybeder.
Yâni o kaybolmaz. Ondan uzaklaşmış oluruz.
Görünende kaybol ki görünmeyende görünür olasın...
"Ömrünüzde size sevgiyle bir el bir şey ikram etmedi mi ki olasın...
Bir göz size şefkat ve merhamet ile gülerek bakmadı mı?
Bir ağız size güzel bir söz söylemedi mi?
Evet mi? Hayır mı?.."
İster evet. ister hayır söyle.
Cevap istemiyoruz.
Cevabı sizde kalsın...
Çünkü sonra hepimiz utanırız...
Eskiden evlerimizde içine gül suyu konan gümüş kablar vardı.
Gelen misafire bu gün nasıl kolonya ikram ediyoruz.
Bu gümüş kablardan gül suyu dökerlerdi ellere...
Şimdi, yanlışlıkla o gümüş kaba sirke korsak ele döküldüğünde ne olur. Hem döken hem eline dökülen utanır...
Onun için unutma.
Herşeyde ALLAH görünür.
Bunu görmüşler işte.
Şöyle demişler...
"Her men menem Hem tu-tui Hem tu men-i Niğmen menem Ni tu tui ni tu meni..."
Şimdi düşün bakalım.
Eğer sözleri anlamışsan...
Bu dünyada ölen kim? Öldüren kim? Ağlayan kim? Izdırap çeken kim? işkence yapan kim? Zindanlarda çürüyen kim? Çürüten kim? Yekdiğerini sevmeyen kim? Soruyorum şimdi ey insanlar bu yukarıdakileri yapanlar insanlar değil mi?..
Onun için ALLAH'ın hoşnudiyeti celbedecek sevgi, amel ve harekette bulunmak kâinat ahengine uymaktır ki bu ALLAH'ı zikirdir işte...
En büyük zikirlerden biri:
Sadaka.
Güzel Söz.
Hak için yekdiğerini sevmek...
Ne ise bu uzar gider dönelim biz yine maddenin en küçük atomuna..
Hak Kelâmında buyurur:
"Her şey HAKK'ı tesbih ediyorlar!" bu ne demektir :
"Yek diğerini severek hepisi bir ahenktedirler" demektir.
ALLAH, kendi kudret, güç ve sıfatlarıyla süslediği insana kendisini zikretmesini gizli olarak emretmiştir.
İnsan vücudu hücreleriyle birlikte her an zikir hâlindedir.
Vücut işlemesindeki kimyevî fizikî fizyolojik, biyolojik intizama bakmak kâfidir... Bütün bu zikir ve işlemede hedef ALLAH'tır.
Zikredici de kendisidir.
"Lâ ilahe illallah" lâfızları ve söylenen kelimeler zikre âlettir.
Zikir bunlardan sonra kalbde husule gelen bir hâletdir ki zikir işte odur. Mahlukların haddine mi düşmüş O'nu zikredebilsin.
Ancak tesbih ederler işte bu tesbih kâinattaki ahenk'tir.
"Her şey ALLAH'ı tesbih eder" âyet.
Maddenin en küçük atom bünyesinde varlığı ortaya buradan çıkıyor. Buradan bütün madde ve kâinat kuruluyor.
Buraya Lâ Mekân diyelim.
Buradan bütün madde, kâinat kuruluyor.
Burada şu tâbirler ortaya çıkar:
"Lâ Mekân. Mekân. Zaman. Vakit. Müddet."
Bu kelimelerin ifade ettikleri mânâ inceliğini ve hakıkatini bugünkü dilimize ve başka dillere tercümesi olmaz.
Olursa da kupkuru bir mânâ soysuzluğuna gidilmiş olur.
Ancak izah edilir...
Lâ Mekân'ın idrâki için: Mekân, Zaman, Vakit, Müddet kelimelerinin ifade ettiği
mefhumlarla sezilir...
"Mekân" olmadı mı "Zaman" mevzu'u bahis değildir.
"Zaman" yok farzedilirse "Vakit" kendiliğinden kaybolur.
"Vakit" olmadı mı "Müddet" konuşulamaz.
Zaman devamlı bir nehir gibi akar gider.
Bu nehrin menba'ı yoktur, bilinmez.
Döküldüğü mansap, derya da meçhullerin meçhulüdür.
"Mekân", "Zaman" akışına girdiği anda "Vakit" sözü ortaya çıkar.
O zaman "Müddet" mefhumu "Mekân"a mânâ verir...
Görünmez mekansızlık ve görünür mekân arasında insan istifade etsin, HAKK'ı anlasın diye müddet murad edilmiştir.
Her an yok olup var olma mevcuttur.
Bu hâl devamlı ilâhi esmâların kudretlerinin tecellîleri icabıdır.
Kâinatta sükun yoktur, intizamlı bir kaynaşma mevcuttur.
Bir elektrik lambası bir saniyede 60 defa yanar söner.
Bu mekânsızlığı ve zamansızlığı idrâk hassamız olmadığından biz lambayı devamlı yanıyor görürüz.
Mekân, Zaman, Müddetler kısaldıkça idrâk hassalarımızdan uzaklaşır. Nihayet bir hududa kadar gelir ki artık onu ne görür ne işitir ne de idrâk edebiliriz.
Bu hududdan sonra Lâ Mekân başlar, "Bu hudud" da mekansızdır. Başlamak kelimesi burada yalnız Lâ Mekânı mevcudiyeti var demektir.
Akıl hududunun ötesi. Yani Sidres'i...
Aslında ne zaman, ne mekân, ne müddet vardır.
Yokluk bile yoktur.
Yalınız ALLAH vardır.
Bütün kuvvet ve kudretleriyle ortada görünmektedir.
"Dünya bir andan ibarettir." Resûl'ü Ekrem buyurmuştur.
Bunların idrâki için muddes kitaplarda :
"Hak dünyayı 7 günde halketti" buyrulmaktadır.
Asırlar, yıllar, aylar, günler, saatler, dakikalar, saniyeler, saliseler, rabislar, hamisalar, ilaâhir "an"lara kadar uzar gider.
Zamanı azaldıkça hassalarımızdan her şey uzaklaşır.
Bir protonun hareketini idrâk edemeyiz.
Kâinattaki intizam ve işleme, idrâk hududumuza girmeyen mekansızlık ve zamansızlığın idrâk edilmesi içindir.
Her an zamansızlıktan ve mekânsızlıktan mekâna ve zamana geliş vardır. Yine her
an zaman ve mekândan zamansızlığa ve mekânsızlığa akış vardır...
Küçük bir kimya hikayesi söyleyeceğim.
Bunu düşün...
Herkes bilir, amma bu tabiî olayda bir şey gizlidir.
SU, Sıfır derecede buz hâline gelir.
Bu anda hacmi % 9 büyür.
Hacmi büyüyen buz su üzerinde yüzer.
Çünkü aynı ağırlıkta buzun işgal ettiği hacim aynı ağırlıkta suya nazaran daha büyüktür.
Buradaki olayı doğal deyip geçme...
Çok düşün.
Bu bir şey haykırıyor.
Arşiment Kanunu diyeceksin evet amma bunda gizli olanı ara...
ALLAH yarattığı bütün mahlukatın cümlesini:
Takdir, Hidâyet, Tevfık üzere halketmiştir.
Bu islâmda en buyük bir mes'ele ve hakıkattır ki Kur'an-ı Kerim de bu açık sûrette izah edilmiştir...
Hem maddeye sarılanlarla manevî tarafa sarılanlar arasındaki çelişme bu hakikati her iki tarafında anlamamasından ileri gelmektedir..
Aşağıda HAKK kelâmında izah edilen hakikatler anlaşılırsa bu çelişkiler kendiliğinden ortadan kalkar.
Yalınız çok ciddi anlıyarak bunun mütealası gerekir.
Aşağıdaki bütün sözler ALLAH kelâmından alınmıştır.
Kur'an da mevcuttur...
Yalınız şu tâbirleri iyice bilmek gerekir:
Âyet: ALLAH'ın sessiz. Sözsüz, lafızsız kelâmının insan dilindeki tecellîsi olduğunu bilmek gerek.
Hadis: Resûl'ün sözleri. Arapçadır amma "M"cedir.
Kudsî Hadis: Bu iki şeyi bağlayan açıklayan Resûl tarafından bildirilen HAKK'ın şifreleri olduğunu da bilmek gerekir.
Tefsir: Kur'an arapcadır. Fakat hakıkati ALLAH'çadır.
Bunu bilen tefsir eder.
Daha derini ise Te'vil'dir fakat her babayiğitin kârı değildir.
Zira te'vil de insan sapıtır ve maazallah küfre girer.
Şimdi dönelim Kur'an ne diyor.
Maden, Nebat, Haşarat, Mikrop, Kuşlar, Balıklar, Hayvanlar ve İnsanların:
Cinsini, nev'ini efradını bir miktar-ı muayyen üzere takdir etti.
Her birlerinin kendilerine lâyık olan efal ve fiile tevcih etti.
Ve onlara maksatlarına ulaştıracak yolları gösterdi.
Cümle eşyanın cinsini, nev'ini, şahsını her birlerinin miktarını, sıfatlarını, fiillerini ve ecellerini de takdir etti.
Her birlerinin tabiatları ve mizaçları icabı ve yaşayabilecekleri vecih üzre efale sevketti.
Bu takdir cümle mahlukata şâmildir.
Gökleri, Yıldızları, Anasırı, Madenleri, Otları, Nebatatı, Hayvanları, Haşaratı, Kuşları, Mikropları, İnsanları miktar-ı muayyen üzere takdir buyurdu.
Burada buyurmak: Halkettiği şeylerin nasıl hareket edeceğine "İHSAN ve HiDÂYET" ile böyle olmasını arzu ve emirdir.
Takdir etmek: Halkedeceği cümlenin nasıl olacağını ilmiyle hududlandırması, tesbit etmesidir.
Her birlerinin cüsselerini, büyük ve küçüklük, miktarlarını, müddet-i bekâlarını, sıfatlarını, renk, lezzet ve rayihalarını, güzellik ve çirkinliklerini "HiDÂYET" ve "DALALET" lerini takdir etti ki hiçbiri takdir olunan miktardan ne bir zerre ileri, ne de bir zerre geri olamaz.
Her şey kendi için takdir olunan miktarı muhafaza eder. O miktar üzere bulunur.
Hidâyet: Kelime mânâ itibariyle matluba isal etmek, şanından olan yola delâlet ve irşad etmek. Doğru yola gitmek. Hidâyet bulmak...
Manen: HAKK'a vasıl olacak yok ki onu HAKK takdir etmiştir. Gizli kapaklı göstermiştir. "Asl"ına; temiz geldiği gibi temiz olarak dönmek, yollarını şaşmadan takip etmek usulleri...
ALLAH, canlı, cansız, görünür görünmez her şeyde:
Bir kuvve-i hassa kabulüne müstaid bir mizaç halketmiştir.
O mizac'ın kabul ettiği kuvvet bu fiil-i muayyenenin süduruna mahal olur. Yaratılanların ecza-ı cismaniyyesinde o kuvveti, kabule salih bir vecih üzere tasarruf ve eczalarını yekdiğerine rapt ile terkip etmektir.
Hidâyet o hâlde, o cisimde ve eczalarında kuvvet halketmek ve o kuvvetin eseri olan fiile âlet kılmaktır.
Bundan dolayı her mahluk, her şey kendi nev'ine mahsus ef'alden geri kalmaz. Madenlere, nebatlara, hayvanlara yekdiğerine bazı hassaları bekâları için vesile yaptık.
Hidâyette bir devâ gizlidir.
Otları sabit kıldı.
Canlılara hareket verdi.
Muhtaç oldukları devâları, miktarı arasın diye...
Tevfık: Mânâsı Cenab-ı HAKK'ın kulunu rast getirmesi.
Tevfik-i ilâhi: Cenab-ı HAKK'ın kendi iradesini kulunun maksadına uydurması.
Her mahluk yaratıldığı üzere kendi efalinden geri kalmaz.
Buna da hidâyet-i ilâhiyye denir.
Hidâyet, matluba isal etmek her mahlukta vardır.
Yaradılışında verilmiştir.
Bu yolda doğru dürüst devam edersen o zaman buna başka bir güzel veçhe verir. Buna da Hidâyet-ilâhiyye denir.
Bazan Tevfık ve Hidâyet kısalır ve uzayabilir.
Her şeyde bir kuvve-i hassa halketmiştir.
O kuvvetin ortaya çıkması mahalli o yaratıktır.
Maden, insan, hayvan, nebat, ne ise o hassanın âletidir.
Bu her şeye şâmildir.
O hassayı tam ortaya çıkarmak mes'elesi ise bambaşkadır.
Bütün yaratıklar, her şey gizli bir bağla yekdiğerine uzak yakın, gizli aşikâr, belli belirsiz bağlıdırlar...
Bütün bunlara yani yukarda HAKK kelâmında anlatılanlara inanmak ve riayet etmek, bilmek "Kaza ve Kader" de gizlenmiş umumi bir isim olmuştur.
Bu kâinatta, mekânda mevcut maddenin yekdiğerine bağlı harmoninin atom intizam ve ilmî hikayesinin başka şekilde târifi neden başka birşey değildir.
Bu ahenk içinde bulunan insan:
Sevgi ve dürüstlük ile bu intizamdan ayrılmaz ise rahat eder ki:
Bayazıd-ı Bestami hazretleri bu hakıkati, hem maddî mânâyı ve hem de manevî mânâyı içine alan şunu buyurmuştur:
"Kün bahren mütegayyiren"...
"Deniz gibi ol ki bulanmayasın!.." sözüdür...
Kâinat kanunları, değişmiyen nizamın işlemesindeki kanunlardır ki islâm dininde bunların hepsine Sünnetullah ismi verilir.
Bunların hepisi HAKK'ın kudret ve güçleridir.
İnsanlar da bu kanunlara riayet ederlerse ona uymuşturlar demektir.
Bu kanunlara tamamiyle inkiyad etmek, maddî ve ruhî usûlleri tam tatbik isti'dadiyle insan yaratılmıştır.
Bunlara uymak demek insan da isti'dadın ortaya çıkmasıdır.
Bu da Hak'kı tanımak olur ki islâm işte budur.
"Teslim olan" mânâsınadır.
"Selâmete çıkmış" demektir.
Bunun devamını; muvazenesini temin için:
Buna uymak kaideleri HAKK'ın emirleri vardır.
Bunlara tamamiyle uyduktan sonra DİN o zaman kendini gösterir...
İslâm Dininin emirlerinin bir mü'mini dıştan kuşatması ve disiplin altına alması onu koruması sistemine Şeriat ismi verilir.
Tasavvuf dedikleri şeyin aslıda içten disiplin altına alınmaktır.
Böylelikle insan tabiat kanunlarının, ALLAH'ın güç ve kudretleri, Peygamberin dileği şeklinde insanı kâmil hâle getirir...
Kur'an-ı Kerim de "El Tezkiye" nefsin tezkiyesi, bütün kötülüklerden arınması. Ruhun tezhibi ve faziletle süslenmesi için işten feshedilmesidir...
Cesede göre Ruh ne ise, Şeriatın zâhirine göre bâtını da odur...
Böylelikle insan kendisini anlar ve temizliğe doğru gider.
Bu bir nev'i kıyamettir...
Kıyamet :
"Hakıykati anlama günü, demek doğru imiş!" deme günüdür...
Mansur'un: "Ene'l-Hak!" demesi...
İnsanın idrâk kubbesini tiril tiril titretti...
Cüneyd :
"ALLAH Cübbenin altındadır!" demesi aslında küfürdür...
Fakat iş bambaşkadır...
Cüneyd'e sormuşlar:
"Mansur'un dediğinin te'vil'i var mıdır?"
Cüneyd cevaben :
"O sözün te'vili gününde değil, Kerbelâ günündeyiz." buyurmuştur...
Mansur'a :
"Vazgeç tövbe et!" dediler.
"Sözü kim söyletti ise, sözü geri almayı da o dilesin!" demiştir.
Lâ ilahe illallah: Eşyayı mânâda görmektir, O'ndan gayri ne varki...
Mansur'a sormuşlar :
"Ben ALLAH'ım! diyorsun, hemde günde 1.000 Rekât namaz kılıyorsun..!"
Mansur :
"Birbirimizin kadrini yine biz biliriz!" demiştir.
İdama götürülürken: "Yâ ilâhi! Bana açtığın sırları onlara da açsan veya onlardan gizlediğin sırları benden de gizlemiş olsan bu başıma gelmezdi!.." demiştir.
Meziyet : (Meziyyet. C.) Meziyyetler. Üstünlük vasıfları.
Mes'ele : Düşünülecek iş ve husus. Halledilmesi lâzım iş. Ehemmiyetli iş. * Savaş, muharebe, ceng, harp.
Gıbta : İmrenme. Aynı iyi hâli isteme. Şiddetle başkasının güzel bir halinin kendisinde de olmasını arzu etme.
Fâni : Muvakkat, kaybolan, gelip geçici, devamlı olmayan, misâfir. (İnsan hangi bir şeye teveccüh ederse, onunla bağlanır ve onda fâni olur. İ.İ.)
Lem'a : (C.: Lemâat) Parlamak. Şimşek gibi çakmak. Güneş ve yıldız gibi parlamak. * El ile veya elbise gibi bir şeyle işaret etmek.
Tabi' : Birinin arkası sıra giden, ona uyan. Boyun eğen. İtaat eden. * Gr: Kendinden evvelki kelimeye göre hareke alan. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmüş olanları, ashabını görüp, onlardan hadis dinlemiş olan.
Vâki' : Olan, düşen, konan. Mevcud ve var olan. * Geçmiş olan, geçen.
Muvazene : Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. * Düşünmek. * İki şeyin vezince birbirine denk olması. Uygunluk.
Bünye : Bir şeyin vücut yapısı. Vücut, beden. Fıtrat. * Şekil, tarz, sûret.
İrtibat : Bağlanmak, raptedilmek. Muhabbet, dostluk ve alâkadarlık. * Düşmana karşı cenk için hudutta at sahibi olmak.
Menşe' : (Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer. Raks : Sıçrayarak oynamak, dansetmek.
Sür'at : Çabukluk. Hız.
Tahlil : (Hall. den) Sirkeleştirme. Ekşitme. * Dişlerini hilâllamak. Gerçek yere yemin etmek.
Tahlil : Çeşitli yönlerden veya maddelerden oluşan bir şeyi çözümleme.
İzafî : İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak sûretiyle. Alâkalı göstererek.
Tabiî : Tabiat icabı olan. Tabiatla alâkalı. Normal. Kendiliğinden.(...İşte meşiet-i İlâhiyye ile vücuda gelen işlerde "inşâallah inşâallah" yerine "Tabiî tabiî" demek ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu kıyas et... M.)
Sudur : Olma, meydana gelme. Sâdır olma. * (Sadr. C.) Göğüsler, sadırlar.
Bâtıl : Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibadet ve muâmele. Meselâ: Bir özür bulunmaksızın taharetsiz kılınan namaz gibi. (Bak: Fasid)
Fâsid : Bozguncu. * Doğru olmayan. Bozuk. Müfsid. * Yanlış olan. * Fık: Aslen sahih olup, vasfen sahih olmayan. Yani, kendi nefsinde meşru' iken gayr-i meşru' bir şeye yakınlığı sebebiyle meşru'iyyetten çıkan şeydir. İbadet hususunda fâsid ile bâtıl aynı şeydir. Meçhul bir şeyi satmak gibi. (Bak: Bâtıl)
Huri : (Ahver ve Havrâ kelimelerinin C.) Ahu gözlüler. Gözlerinin akı karasından çok olan, pek güzel ve güzellikleri tarif ve tavsif edilemiyecek derecede güzel olan Cennet kızları. (Bak: Hur - Hur-i în)
Gılman : (Gulâm. C.) Bıyığı yeni bitmiş gençler. * Cennet'te hizmet gören delikanlılar. * Köleler, esirler.
Gaib : Göz önünde bulunmayan, hazırda olmayan. Kaybolmuş olan. Görünmeyen âlem. * Gr: Üçüncü şahıs, hazırda olmayan kimse.
Kemâlât : olgınluk, erginlik.
Gayri kabil-i inkar : inkarı ve reddinin kabul edilmesi mümkün olmayan.
Mu'cize : İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise. * Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından peygamberlerin hakkaniyetine ait bir tasdiktir. Sahih hadislerle mu'cizeler haber verilmiş ve tesbit edilmiştir
Asar : Öç almalar. İntikamlar. * Eserler. * İzler. Nişanlar. Abideler. * Âdetler.
Şefkat : Başkasının kederiyle alâkalanmak, acıyarak sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. Karşılıksız, sâfi, ivazsız sevgi beslemek.
Hoşnut : f. Memnun, râzı, gönlü hoş edilmiş.
Celb : Kendi tarafına çekmek. Çekmek, götürmek.
Zikir : (Zikir) Anmak, hatırlamak. Anılmak. * Allah'ı (C.C.) çok çok anıp azametini düşünmek ve esmâ-i hüsnâsını okuyup tefekkür etmek. * Kur'ân-ı Kerim'in bir ismi.
Mansıb : (Nasb. dan) Devlet hizmeti. * Memuriyet. * Bünyad. Merci'. Mansab.
Mechul : Bilinmeyen. Belli olmayan.
Vakit : Zaman dilimi.
Müddet : Belli ve muayyen vakit.
Ciddî : Gerçek. Hakikat. * Ağırbaşlı, hâlleri sakin olan kişi. * Mühim.
Te'vil : (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan "Evl: " den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin mânasını bir nesneye irca' ile beyan etmektir. Bazılarınca da (Evvel: ) lâfzından alınmış olup kelâmı evveline sarf ve irca' eylemektir. Bazılarınca da hükümet ve siyaset mânasına olan (İyalet: ) den alınmıştır ki, te'vil eden kimse, zihin ve fikrini kelâmdaki sırrın tetebbuuna taslit etmekten ibarettir ki, kelimeden maksud olan mâna zâhir ve söyleyenin muradı aşikâr ola. Tefsir ve te'vil beynindeki fark ise: Tefsir: Nüzul-ü âyetin sebebinden bahs ve lügat cihetinden kelâmın mevzuuna müteallik maddeye mübâşerettir. Te'vil ise: Âyetlerin sırlarını ve istar-ı kelimatı (kelimeler perdesini ve zarını) inceden inceye araştırmak ve âyetin mâna ihtimâllerinin birini tâyin etmekten ibarettir ki, muhtelif vecihlere muhtemel olan âyetler olur. Kur'anın anlaşılmasında birinci mertebe tenzil, ikinci mertebe te'vildir.Te'vil, bundan başka "rüya tâbir etmek" mânasına gelir ve "hoş kokulu bir nebat" adıdır. (Kamus Tercemesi)
Muayyen : Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tayin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış.
Fiil (c. efal) : (Fi'l) Müessirin te'siri. Amel, iş. *Gr: Hâdiseye veya zamana delâlet eden kelime. (Sarf bilgisinde geniş izahı vardır.) Türkçede; gelme, gitme, yazma, okuma, gezme gibi kelimelere de fiil denir. (Fi'l diye de yazılır.)
Tevcih : Döndürmek, yöneltmek. * Tefsir etmek. * Birisini bir tarafa göndermek. * Rütbe vermek. * Bir kimseye söz atmak. * Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz kullanmak.
İhsan : İyilik, lütuf, bağışlamak. * Sahilik etmek, cömertlik yapmak. * Allah'ı görür gibi ibadet etmek. * Güzel bilmek. Güzel eylemek.
Hidayet : Doğruluk. İslâmlık. Hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek. Dalâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak.
Cüsse : Gövde, kalıp, beden.
Beka : Devamlılık. Evvelki hâl üzere kalma. Dâim ve sâbit olma. * İlm-i Kelâm'da : Varlığının asla sonu olmayan Cenab-ı Hakk'ın bir sıfatıdır. * Bâki olmak. Ebedîlik.
Rayiha : Koku, hoş koku.
Dalalet : İman ve İslâmiyetten ayrılmak. Azmak. Hak ve hakikatten, İslâmiyet yolundan sapmak. Allah'a isyankâr olmak. * Şaşkınlık.
Matlub : İstek, istenilen şey. * Alacak. Ödünç verilmiş.
İsal : Ulaştırmak, vâsıl etmek. Yetiştirmek.
İrşâd : Doğru yolu göstermek. Akli ve kalbi, mukni ve te'sirli eserler veya sözlerle gafletten uyandırıp hidâyet yolunu göstermek. Cadde-i kürba-yı Kur'aniye yolunda selâmetle devam ettirmek. Allah'a ibadet ve itaata kavuşturmak. Veli bir zâtın, bir kimsenin hidâyete ermesine vesile olması. * Ist: Hak ve hakikatı arayan kimselere bir mürşid-i ekmelin Kur'ânî ve İslâmî eserleriyle veya sözüyle Sırat-ı Müstakim olan İslâmiyet yolunu tanıtması ve tarif etmesi. İmanı kuvvetlendiren ve inkişaf ettiren tahkikî ve yakînî delillerle hak ve hakikatı talim ve tedris etmesi. (Bak: Mürşid)
Mürşid : (Rüşd. den) İrşad eden, doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran. Peygamber vârisi olan, kılavuz. Tarikat piri, şeyhi.
Mütaid : İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı.
Mizac : Huy, tabiat, fıtrat, bünye. * Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir şey.
Mahal : yer.
Eczâ : (Cüz. C.) Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler. * Ciltlenmemiş kitab ve saire. * Cüz'ler, parçalar, kısımlar. * Bir kimyevi terkible vücuda gelip yanma hassası gibi böyle bir kuvvet ve te'siri haiz bulunan şey.
Cismaniyyet : Cismânilik. Maddi beden sahibi olmak hâli.
Rabt : Bağlamak, bitiştirmek, bir şeye bağlamak. * Nizam vermek, intizam bulmak. * Gr: Cümleleri lüzumlu edatlarla birbirine bağlamak.
Aşikâr : f. Belli, meydanda, açık. Bedihi.
Riayet : İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek. * Uymak, tâbi olmak. * Otlamak veya otlatmak. * Hıfzetmek, korumak.
Sünnetullah : İlâhî kanunlar. * Kanun, âdet. (Bak: Âdetullah).
Âdetullah : (Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirliyen Allah'ın emirleri, O'nun koyduğu değişmez düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden su meydana gelir. Işık, geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer âdetullahdır. "Âdetullah" yerine "tabiat kanunu" demek yanlıştır.
Selamet : Kurtuluş, tehlikeden sâlim olmak. Korktuklarından, fenalıklardan kurtulmak. * Neticede imân ile kabre girmek. * Edb: Doğruluk, sağlamlık.
Kadr : İtibar. Değer, kıymet. Haysiyet. Derece miktarı. Miktar. Meblağ. Takat. Takdir, rızkı taksim eylemek. Gına