İnsan doğar.
Yaşar.
İhtiyarlar.
Bunları insan münakaşasız normal olarak kabul eder.
Nihayet ölür.
Burada insan bocalar âdeta bunu normal kabul edemez.
Ölmek yok olmak değildir.
Aslına dönmektir.
Asıl nedir?
Münakaşaya lüzum yok.
Bu semavî kitaplardan öğrenilir.
Mantık ve ilimle olursa mechuliyet ortaya çıkar.
Bu bocalamak demektir...
İlim ve fen kâinât ahengindeki kudretlerin, güçlerin değişmeyen kanunların ortaya çıkarılıp bulunan hakikatlerin hepsidir.
Bu iki hüküm de doğrudur, insanın aslı semavî kitaplardan öğrenilir, dedik. Tetkiki ise ilimledir, ilim asla tecavüz ederse sapıklık başlar.
Ölümden korkulmaz.
Bu korku insanı tedirgin ettiği gibi.
Aslına dönüş endişesini doğurur.
Ölüm karşısında aklın sükut etmesi lâzımdır.
Takdir ile uğraşmak HAKK'a isyana yol açar.
ALLAH'ın emrine sebep aranmaz.
Ölüm zulüm değildir.
Buradaki emir bildiğimiz emir de değildir.
Kâinâttaki ahengin icabıdır...
Güneş doğar, batar.
Niçin böyledir buna sebep aranmaz.
İslâmda hiçlik ve yokluk mefhumları diye birşey yoktur.
İspata lüzum hissedilmez, ispat varlığından şüphe edilen meçhullerin aranma
yoludur.
Bunu insan, kendiliğinden öğrenemez.
Aşk öğretilmez kendiliğinden gelir.
Âlim de olsa ona bu öğretilir.
Bu satırları okuyan, sen öğrendin mi diyecek şimdi...
Bilmesem bu tehlikeli sözleri mırıldanmam...
Bu lakırdılar bulutlu havada kıbleyi bulmak içindir.
Herşeyin aslı görünmez sezilir.
O'nun takdiri böyle...
Bu kubbenin altı boş değildir.
Herşey, her olay bunun altında cereyan eder.
Senin bilmediğini ben belki bilirim.
Benim bilmediğimi de sen bilebilirsin...
İster inan, ister inanma!..
Bu böyledir.
Bir kıvılcım bir noktadır.
Dönerse ateşten çember gibi görünür.
Amma aslı bir noktadır.
Madde, mabud değildir.
Ancak mabed ve mescid olabilir.
Müslüman maddeye mabud olma değil mabed olma şerefini tanır.
Maddeden ayrılınca:
Mekansız, zamansız herşeyi göreceksin...
Söylerler müridin babası velî imiş.
Mürid babasını bazen tek görür, bazen de yüzlerce ve heryerde görürmüş, bir gün babasına:
"Baba bu ne hâldir. Anlayamıyorum?" diye utanarak sormuş...
Velî:
"Oğlum! Beni tek gördüğün zaman ben benimle olduğum zamanlardır. Heryerde çok gördüğün zaman HAKK ile olduğum zamandır.
ALLAH heryerde hazır ve nazırdır.
Bunu anlıyamadın mı?"
Azîz Müslüman!
Ârifin denize benzeyen gönlü med ve cezir hâlindedir.
Taşar çekilir.
Taşar çekilir...
Kamer'in tesiriyle denizler taşar çekilirler.
Niçin güneşin tesiriyle değilde Kamer'in tesiriyledir.
Âyette Güneş Kamer'e giriyor.
Güneş büyük olduğu hâlde...
Kamer Güneş'e değil...
Bu âyeti kuru mânâ ile anlama!..
Çekil içine bakalım...
Ayrıl bir an içten, kendinden.
Bunları anlamak ve istifade etmek için nefsin tekmesinden kurtulmağa çalış!.. Unutma ki Su ile yağ karışırsa kandil ışık vermez.
Bu işleri anlamak için, benzine batmış bir pamuk aleve bir lahzada nasıl cevap verirse,öyle bir inanca sahip olmak lâzımdır, ispat istemeden.
ALLAH esrar-ı kaderi gizlemeseydi, birbirimizin yanında bile duramazdık.
Hakiki inanan:
Yalan bilmez, ölümden korkmaz. Kadere boyun eğer.
Herkese kardeş nazariyle bakar.
Böyle olanın midesine haram giremez, "girmez değil" dikkat edin!.. Haramdan mahfuzdur.
Masun değil...
Bunlardan ne gökteki kuş ne denizdeki balık kaçmaz, sokulur yanına kırkyıllık dostmuş gibi...
Zira o kimse kâinat ahenginden bir parça bir zerredir.
Yani HAKK'ta erimiştir.
Âdeta değişmeyen kâinat ahenginin küçücük gözle görünmeyen bir atomu mesabesindedir...
Yalçınkayalar.
Gökkubbede yıldızlar.
Gökte küçülmeye başlayan ay çoktan batmağa gitmiş...
Engin bir sessizlik...
Mağaradaki büyük insan...
Bilinmeyen bir arzu ile mağaranın önüne çıktı.
Ramazan ayının 17. gecesi idi.
Burası HIRA dağı...
İslâm Nûrunun dünyaya yayılma dağı.
Birdenbire Mekke tarafında gökte, kanatlarını açmış nûr saçan, HAKK'ın, sessiz,
sözsüz, harfsiz kelâmını, vahyi taşıyan büyük melek...
Cebrail,Resûl-ü Ekrem Muhammeddül Emin'e dünya perdesinde göründü. "ALLAH'ın ismiyle oku!" dediği zaman...
Resûl-ü Ekrem titredi...
O büyük insan hiçbir kıymet ölçüsüyle ölçülemiyen tevazu gösterdi. Kendini lâyık görmedi buna!..
"Ben okuma bilmem!" buyurdu.
Cebrail'de yazı yoktu...
Burada "Oku!" üzerinde düşün...
"İkra : Oku!"da cebir yoktur.
"Seven gelsin!" demek mânâsı vardır.
Bütün islâmın sırrı bu "IKRA!" dadır.
Yazı bilmeyen okuyamaz.
Ama söylenen kelâmı okur.
Yani tekrar eder.
"Ben okuma bilmem!" diye üç defa tekrarladılar.
Bu tevazu karşısında âyet şöyle devam etti:
"Seni halkeden Ekrem olan ALLAH'ın ismiyle oku ki, O ALLAH insanı da bir Âlaka'dan yarattı."
"Seni alakadan yarattık!" buyrulmuyor.
Resûle verilen ALLAH'ın en büyük taltif ve mertebe nişanı...
Burada:
"Seni alakadan yarattık!" dememesi Nûr-u Resûl "Nûr-u M."yi ifade ediliyor. Buralara yanaşmak, bunlar hakkında konuşmak herkesin kârı değildir.
Bu kadar ancak söyliyebiliriz...
Kur'an, bütün ilimlerin Ana dilidir.
Hallaç, idam edilirken HAKK'a şöyle dua ediyordu:
"Bana açtığın sırlan onlara da açsan veya onlardan gizlediğin şeyleri benden de gizlesen bu hâl başıma gelmezdi."
Hallaç bir kanat gibi idi.
Kaderi bu idi.
Fazla uzamıştı bu kanat..
Şeriat'ın makası geldi ve onu budadı.
Şeriat, hududu aşmamak için kurulan disiplin.
Böyle insanlar hakkında söylemek doğru değildir.
İnsan kadere karışmış olur.
Bu ne demektir?
Onu çözmeye çalışınız.
Halkı tufan, her Velî'yi NUH ve Gemisi bil!..
İlâç, ilâç olarak kaldıkça tesirsizdir, içildi mi varlığından geçer o zaman tesir eder. Burası suçluluk ile suçsuzluğu, suçsuzluk ile suçluluğu ayıran nokta.
Biri mekânda diğeri imkansızlık...
Bunu ayıran dünya mekanındaki disiplin hikayesi.
Buna Şeriat denildi amma...
Örselendi.
Bozuldu.
Nâehiller elinde birçok bid'atlar, uydurmalar, menfaatler yüzünden aslını kaybetti. Yüzlerce seneden beri...
İnsan, harcında olan suyu bile kirletti.
Klor katıyoruz içine...
Cenabı Hak herşeye Kaadirdir deriz.
El Kaadir ismi...
Her türlü maddî ve mânevi, herşeyin tekvinine Kaadir'dir demek.
Bir kudret ve kuvvet, enerji sarf etmeden bir arzu ve murad kâfidir demektir.
"Ol!" dediği herşey olur.
"Olma!" dediği zaman olmaz.
Kuvvet, kudret ve enerji de bunun içindedir.
"Kaadir" kelimesi bile bunu ifade edemez.
Bizim anlamamız için bir Lâfz-ı Celil'dir,
Böyle olmasa bu kudreti bir yerden alıyor zamanı ortaya çıkar ki bu çok ince bir mülâhaza olur.
Bu da Şirk'tir...
Çok ince, incelerin incesi şirk'tir.
İşte bundan kurtulmak için HAKK'ın kelâmı "Gaybe" Şek ve şüphesiz, lekesiz, düşüncesiz inanmaya kavuşanlar içindir.
Bu inanıştan sonra sarsılmamak ve durumu HAKK'ın istediği tarzda devam için şer'î ve fıkıh kaidelerine riayet mecburiyeti vardır.
Tekamül ve rıza-i ilahi'yi kazanmak içinde emrolunan ibadet kisvesi altında gizlenmiş emirler gelir.
Namaz. Oruç. Zekât. Hac...
Bunlarda büyük sırlar, vardır.
Hem manevî hem de maddî cihetten...
İnanıyorsan bu emirdir.
Bunun hakkında vesileler aramak doğru değildir.
"Evet!" ise evet doğrudur."
"Hayır!"sa bir defa daha hayır üzerine gitme.
O zaman doğruların doğrusu yoldasın...
Unutma ki doğrunun eğrisi, eğrinin doğrusu yine eğridir.
Bunu da unutma!..
O zaman: "ALLAH Kaadir'dir!"
Ne demek anlamadan bilmeden anlarsın..
Bu ne demektir tuhaf bir söz?
Evet öyledir.
Bu söz münakaşa edilmez zira senin öz malındır.
Sözündür.
Anlayışındır.
Pınarlar. Gözeler. Nehirler. Dereler. Irmaklar. Göller. Denizler. Deryalar. Okyanuslar...
Çiçekler. Renkler. Kokular. Çimenler. Ormanlar...
Binlerce çeşit...
Kuşlar. Denizlerde balıklar.
Gözle görülen ve görülmeyecek kadar canlılar...
Her ne var ise görünen, hissedilen dünya yüzünde...
Hepsi kendi kendini gizleyen HAKK'ın görünen kudret ve güçleridir.
ALLAH mânâ itibariyle "Yoktan var eden" demektir.
Bu mânâ bizim akıl hududumuzun kavraması içindir yokluk diye birşey yoktur. Herşey vardır...
ALLAH'tan başka da "HAVL = Davranış" ve kuvvet yoktur.
"Lâ Havle velâ Kuvvete" deki sır budur.
Onun için:
"ALLAH'ın yanında kendi kıymetinizi aramayın!
ALLAHın sizin yanınızda kıymetini arayın, ölçün...
O zaman kıymetinizi anlarsınız!" Bu hadis'tir.
Bunların hepsini kendi Zât-ı Ahadiyetine perde yapmış ALLAH...
"Benim Arş'ım Su üstündedir" ALLAH buyuruyor ...
Arş nedir?
Lâ Mekân nedir?
Durgun enerji kaynağı kâinatın...
Bu kaynaktan çıkan elektron, enerji arşın bir noktasından suyun içinden geçerek çıkıyor.
Elektron nedir?
ALLAH Kudretinin yaratma elementi...
"Herşey de su vardır."
Arş, kâinatın kalbi...
Kalb bizim âlemimizin Arşı...
Kalbin iki kapısı vardır...
Melekût âlemine bakan kapı:
"Levh-i Mahfuz" Herşeyden hıfzedilmiş, duru, berrak, temiz demektir.
Mülk âlemine bakan kapı...
Mülk âlemine bakan kapı:
Duygu organlarına bağlıdır.
Ceseddeki ruhun tezahurlarını, duygularını gösteren organlara bağlı kısmı...
"Yere göğe sığmam, mü'min kulumun gönlüne sığarım!" Kudsî hadisinin anlamı budur.
En basit olarak..
Herşeyin kâinatta iki yüzü vardır.
"ALLAH"a bakan yüzü.
HAKK'ın kudretlerine, güçlerine bağlı kısım.
Lâ Mekân'a bağlı kısım...
Cansızlarda elektronlar ...
Canlılarda HAY olan kısmı.
Elektronların şuûrunun tezahürü "EŞYA"ya bakan yüzü.
Sürat, bugün ziyâ = elektrik sürati olan saniyede 300.000 km. bu sürat ise 300.000 + A (delta) kadar fazla diyelim...
İşte şuûr ve ruhun seyyaliyeti...
Bu kadar, süratte mekân, zaman mevzubahis olamaz, idrak için...
Her an, Her yerde hazır ve nazır ALLAH...
Bilmediğimiz bir mekânsızlıktan menba'ını alan büyük, tükenmez, durgun bir enerji...
Buna ne isim verirsen ver...
Hepsi aynı merkeze çıkar...
Bu sonsuzluğa ve sonsuzluk eklenen herşeyi muhit olan kudrete ALLAH deriz. ALLAH herşeyi muhittir.
Heryerde hazır ve nazırdır.
O'nsuz boş mekân yoktur.
Mekân, zaman, vakit, müddet aklımızın aczini gizleyen perdeler bunlar da yoktur.
Hepsi görünen HAKK'ın tecellîleri, kudretleri, güçleridir.
Bunlar HAKK'ın görünüşüdür.
Bütün kâinatın ve hayatın başlangıcını aramaya lüzum yoktur?
Bunlar aklın kavramak arzusunun bulmağa savaştığı şeydir.
Başlangıç yoktur ki, herşey vardır.
O kadar...
Aklımızın hududu şudur:
Başladığı yerde sona erer.
Sona erdiği yerde de başlar.
Bu başlama tükenme ve tekrar başlama bize göredir, ölçüye giremez herşey vardır. İnsan ne zaman dünya yüzünde göründü?
Nasıl vücud buldu?
Nasıl konu ş tu?
İlim gücüyle bunu berrak olarak bilmiyoruz.
Bilemeyeceğiz de.
Her yaratık, canlı cansız, nebat, mikrop, bütün kâinât hep bu bilgi bilgisizliğinin kadrosundadır.
Nazariyeler kuruldu.
Asırlarca...
Kimya, fizik. biyoloji yardımıyla izaha çalışıldı.
Bir yerde duruldu.
Bu ilimlerin tekâmülü sayesinde tekrar nazariyeler ortaya çıktı. Matematiğin beliğ rakkamları, bu bilgisizliğe bir başlangıç için, seneler, asırlar, milyonlarca yıllar asırlar rakamları suistimâl ederek akıl yoruldu. 100 Milyar yıl önce şöyle birşey oldu, diye bir başlangıç alındı.
Atom denildi.
Elektron denildi...
Aklın hududunu aşan bu ahenk, hayatın hakikati, nasıl olduğu, akla mantığa dökülemez.
Kudret, enerji hududunda duruldu.
Bu kudrete her şeyin başlangıcı dediler...
"Ortada akla vuran bir kudret menba'ı bir varlık var!
Bizde hep bu varlık içinde yaşıyoruz!" diyoruz.
Hepsi bu kadar...
Münakaşa : Mücadele. Münazaa. Karşılıklı sözle çekişmek. Bir mes'eleyi sormayı çok ileri götürerek çekişmek.
Âdet : Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle bozulmamasına gayret gösterir.
Semavî : Gökle alâkalı, semaya dair ve müteallik. * İnsan eseri olmayan, vahiyle gelmiş bulunan.
Mechuliyet : Bilinmezlik, meçhullük.
Tetkik-Tedkik : Hakikatı anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma.
Tecavüz : Haddini aşma. Söz veya hareketle ileri gitme. * Aleyhine hareket etme. * Zorlama. * Geçme. * Sataşma, saldırma, sarkıntılık.
Takdir : Kıymet vermek. Değerini, kıymetini, lüzumunu anlamak. * Kader. * Düşünmek. * Öyle saymak.
Zulüm-Zulm : (Zulüm) Haksızlık. * Eziyet, işkence. * Bir hakkı kendi yerinden başka bir yere koymak.
Mefhum : Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ.
Kıble : Kâbe-i Muazzamanın bulunduğu Mekke-i Mükerreme ciheti. Kıble tarafı, güney. * Cenubdan esen rüzgâr.
Cereyan : Akma, akış, gidiş. Hareket. Akıntı. Gezme. Mürûr. Vuku, vâki olma. * Mc: Aynı fikir ve gaye etrafında toplananların meydana getirdikleri faaliyet ve hareket. Bu hareket; dinî, fikrî veya siyasî hareketler gibi birbirlerinden farklı sahalarda olabilir.
Ma'bud : (Mâbud) Kendine ibadet edilen Allah (C.C.)
Ma'bed : (Mâbet) (İsm-i mekân) İbadet edilen yer. (Mescid, câmi gibi)
Murid : İrade eden, istiyen. * Tarikata girmiş olan. Şeyhin veya mürşidin şakirdi, talebesi.
Hazır : Huzurda olan, göz önünde olan. Amade ve müheyya olan. Gaib olmayan. *
Müstaid olan.
Nazır : C.: Nüzzâr) Nazar eden, bakan. * Bir idarenin veya dairenin umur ve işlerine bakan en büyük memur. Bir işin idaresine memur reis. * Kabine azalarından herbiri. Nâzır. Vekil. Bakan. * Vâsinin yapacağı tasarruflara nezarette bulunmak üzere musi veya hâkim tarafından tayin olunan zat. (Ist. Fık. K.)
Ârif : (İrfan. dan) Bilen, bilgide ileri olan. Aşinâ, vâkıf. Hakkı, hakkı ile bilen. * Sabırlı ve mütehammil. * Çok düşünmeğe ihtiyaç kalmaksızın, tekellüfsüz gördüğünü bilen ve anlayan. * Zevkî ve vicdanî irfan sâhibi olan.
Med : Uzatma, çekme. Yayma ve döşeme. * Çoğaltmak. * Bir şeye dikkatlice bakmak. * Nihayet, son. * Sönmek. Bir şeyi söndürmek. * Yardım etmek, mühlet vermek. * Yâr ve yâver olmak. * Tarlaya fışkı ve gübre dökmek. * Sel suyu.
Cezir-Cezr : Kök, asıl, temel. Bünyâd. * Kesmek. * Mat: Kendi misline darbolunmakla (çarpılmakla) bir sayı meydana getiren rakam (Kare kök). Üç, dokuzun cezri'dir. Dokuz, üçün meczuru'dur. (Bak: Meczur) * Derya, deniz. * Arı kovanından bal almak. * Ay ve güneşin câzibesi te'siri ile deniz ve ırmak sularının çekilip kabarması. Buna "med ve cezir" hâdisesi denir.
Kamer : Gökteki ay. Hilâl. * Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak.
Te'sir : Bir şeyde eser ve nişane bırakma. * Vasıfları ve halleri değiştirme. * İşleme, dokuma, iz bırakma. * İçe işleme. * Kederlenme.
İstifâde : Faydalanmak. Faydalanmağa çalışmak. * Anlayıp öğrenmek. * Tahsil etmek.
Zerre : (C: Zerrat) Pek ufak parça. * Atom. * Çok küçük karınca. * Güneş ışığında görünen ufacık tozlar. * Küçük boylu adam.
Tevazu : Alçak gönüllülük. Kibirsizlik. Mahviyet hâli. (Bak: Küfran-ı nimet)
Taltif : İltifat etmek. Bir iyilik yaparak gönül almak. Yumuşatmak.
Mertebe : Derece. Basamak. Rütbe. Pâye.
Nişan : f. İz. Nişan. Alâmet. İşaret. * Yara izi. * Hedef, vurulması istenen nokta. * Hâtıra için dikilen taş. * Taltif için verilen madalya. * Evlenmeden önceki anlaşma ve karar işareti veya merasim. * Tuğra. * Ferman.
Alaka : Kan pıhtısı. Uyuşuk kan.
Jİc. jlLûVl Jİ- Jİ- Ijal
"İkre' bismi rabbikelleziy halak ; Oku, Rabbin ismiyle ki, o yaratmıştır. İnsanı bir uyuşmuş kandan yaratmıştır. "(Alak 96/1-2)
İ'dam : Vücudu ortadan kaldırmak. Yok etmek. Öldürmek.
Şeriat : Doğru yol. Hak din yolu. * Büyük ve geniş cadde. * Nur, aydınlık, ışık. * Kur'an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın târif ettiği ve bildirdiği yol. Allah (C.C.) tarafından Peygamber Aleyhisselâm vâsıtasiyle vaz' ve tebliğ olunan hükümleri hâvi İlâhî kanunların hey'et-i mecmuası. Şeriat, aynı zamanda din mânâsına müsta'meldir ki, ahkâm-ı asliye denen itikadiyâtı ve ahkâm-ı fer'iye denen ibadet, ahlâk ve muâmelât yâni, İslâm Hukukunu ihtivâ etmektedir... (Bak: Hukuk) (Şeriat; insanlardan sudur eden ef'âl-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdid eden kaidelerin hulâsasıdır veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. İ.İ.)(Şeriat ikidir. Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef'âl ve ahvâlini tanzim eden ve sıfât-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır. İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-i kübra-yı fıtriyedir ki, bazan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir. H.)("Şir'a, Şeria, Meşrea"; lügatta bir ırmak veya herhangi bir su menba'ından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda, insanların hayat-ı ebediyeye ve saadet-i hakikiyeye ulaşması için Allah Teâlâ'nın vaz' u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezhebi müstakime bil'istiâre ıtlak edilmiştir ki, din demektir.) (E.T.)(Şeriat, din lisânında; Cenâb-ı Hakkın, kulları için vazetmiş olduğu, dini, dünyevi ahkâmın heyet-i mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat: Din ile müradif olup, hem ahkâm-ı asliye denilen itikadiyatı, hem ahkâm-ı fer'iye-i ameliye denilen ibadet, ahlâk ve muâmelâtı ihtiva eder.Şeriat, umumi mânasına nazaran bir Peygamber-i Zişân tarafından tebliğ edilmiş kanun-u İlâhi demektir. Ahkâm-ı Şer'iye denilince, bundan kanun-u İlâhi hükümleri mânasını anlamak lâzımdır. Ve bununla asıl Kur'ana, Hadise, İcmaa sarahaten müstenid olan hükümler kasdedilmiş olur. Ist. F.K.)(Devlet ve uyruk, siyasetin ve siyasi olan hükümlerin icabına göre idare olunur ise, bu da yerilmiş olur. Çünkü Allah'ın nurundan ibaret olan şeriat hükümleri ihmâl edilmiş oluyor. Beşerin bütün işi, gerek devlet işi ve gerek başka işler olsun iyiliği ve kötülüğü âhirette kendisine aittir. Yani iyi ise ecirli ve sevaplıdır, kötü ise cezaya çarptırılır. Allah Elçisi (A.S.M.): "Ancak dünyadaki iyi ve kötü bütün amelleriniz âhirette kendinize reddedilir. Yani hayır ise ecir ve sevap kazanır, kötü ise cezaya çarptırılırsınız!" der. Siyasi hükümlerde ise ancak dünyevi fayda ve maslahatlar gözönünde bulundurulur. Siyasi kanunları koyanlar, ancak dünya hayatının dış görünüşünü görür ve bilirler. Şari'in maksadı ise, insanların âhiret saâdetidir. İşte bundan dolayı, bütün insanların gerek dünyevi ve gerek âhiret işlerinde şeriatlara uygun olarak görmeye sevketmek vâcibdir. Bu vazife, kendilerine şeriat indirilmiş olan peygamberlere, onlardan sonra onların yerine geçenlere (devlet başkanlarına) yükletilmelidir... Siyasetçi demek, akli delil ve hükümlere dayanarak dünya maslahat ve faidelerini elde eden, zarar ve ziyanları defetmeye sevk eden insan demektir. Halifelik ise, umumiyetle âhiret fayda ve maslahatlarını gözönünde bulundurarak şeriat ile iş görmeğe sevkeder. Şari'a göre, dünya iş ve amellerinin hepsi de (sonucu bakımından) âhirete râcidir. Halifelik ise, dini korumak ve dünya siyasetini dine uygun olarak idare etmek hususunda şeriat sahibine nâiblik etmek demektir.) (Mukaddime, İbn-i Haldun, ci: 1, sh: 508-509-510, 1954, İstanbul Maarif Basımevi)
Hadd : Hudut. Çizgi. Sınır. * Cürüm. * Salahiyyet. * Şeriatça verilen ceza. * Derece. Son derece. Münteha. * İnsana ârız olan şiddet ve titizlik. * Def etme. Men etmek. * Keskin. Sivri. * Sert. Gergin. * Man: Üç tasavvurdan ibaret olan kıyas. * Ekşi. * Tesirli, müessir.
Disiplin : Fr. Uyulması lâzım gelen kaide ve yasaklar. * Nizam ve intizam te'mini için zihnî, ahlâkî, ruhî, cismanî tâlim ve terbiye.
Nâ ehil : ehli olmayan, uygun olmayan.
Bid'at : (Bid'a) Sonradan çıkarılan âdetler. * Fık: Dinin aslında olmadığı hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetler. Meselâ: Giyim ve kıyafetlerde, cemiyet (toplum) hayatındaki ilişkilerde, terbiye ve ahlâk kurallarında, ibadet hayatında yani dinin hükmettiği her sahada, dine uygun olmayan şekiller, tarzlar, kurallar, âdet ve alışkanlıklardır ki, insanı sapıklığa götürür. Din âlimleri tarafından din namına beğenilen ve dinle ilgili yeni icad ve hükümlere bid'a-yı hasene; beğenilmeyip tasvib görmeyenlere de bid'a-yı seyyie denilmektedir. (Bak: Sünnet, Fitne)
Harc : Gider, sarfiyat, bir iş için kullanılan madde. * Vergi. * Çıkmak. * Yeni çıkan bulut. * Yemâme vilayetinde bir yer. * Ecir. * Buğday. (Dinimizde lüzumsuz harcamak, israf haramdır. Zillet ve fakirliğe sebeptir.)
Kâdir : Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.)
Kadîr : Mukaddir. Muktedir. Kudreti mutlak olan ve her hususa muktedir olan. Nihayetsiz kudret sahibi. (Allah C.C.)
Tekvin : Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak. * İlm-i Kelâmda: Cenab-ı Hakk'ın sübutî bir sıfatıdır ve ademden vücuda getirmesi, icad etmesidir.
Kâfi : Kifayet eden. Vâfi, başka şeye ihtiyaç bırakmayan. Yeten, yetişen, elveren.
Lafz : Ağızdan çıkan söz, kelime. * Bir şeyi atmak.
Celîl : Celâlet ve celâdet sâhibi. Azîm, mertebesi yüksek.
Mülâhaza : Mütâlaa. Dikkatle bakmak. İyice düşünüp bir işin hakikatını tetkik etmek. Tefekkür, düşünce.
Şirk : En büyük günah olan Allah'a (C.C.) ortak kabul etmek. Allah'tan (C.C.) ümidini keserek başkasından meded beklemek. (Şirkin mânası mutlak küfürdür.) (Politeizm)
Gayb : Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey. (Bak: Ahbar-ı gayb)
Şekk : (C.: Şükuk) Şüphe, zan. Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında tereddüt etmek. * Lüzum. * Yarmak. * Yapışmak.
Şüphe-Şübhe : (C.: Şübeh - Şübühât) Tereddüd. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kat'i kanaat ve bilgi sahibi olmamak hâli.
Şer'î : Şeriata uygun, İslâmiyetçe makbul olan. İlâhî kanuna dair. Meşru'.
Fıkıh : (Fıkh) Derin ve ince anlayış. Bir şeyi, hakkı ile, künhü ile bilmek. İnsanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olarak dinî hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek. Müslümanlar, müslüman olmaları itibariyle Allah'ın emirlerine tâbidirler, uyarlar. Fıkıh ilmi, hangi şartlarda Allah'ın hangi emrinin nasıl uygulanacağını inceler. * Bilmek, anlamak. * Kapalı bir şeyin hakikatına nazarı infaz edebilmek. * Kendisine hüküm taalluk eden hafi bir mânaya muttali' olmak. * Ist: İslâm Hukuku. * İnsanın amel ciheti ile lehine ve aleyhine olan şer'i hükümleri bir meleke halinde bilmesi. Diğer bir ta'rif ile: Ameliyata; yâni, ibadet, ukubat ve muamelâta âit şer'î hükümleri mufassal delilleri ile bilmek. Bu ahkâmı bilmeğe "Fakahet" ve bu ahkâmı böylece bilen zata da "Fakih" denir. Cem'i "fukahâ"dır. Fıkıh ilmini tahsil etmeğe de "tefekkuh" denir... (Ist. Fık. K. Cilt: 1, sh: 20)
Kaide : Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık. * Dip taraf. * Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus. * Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri. * Fık: Hayızdan ve çocuktan kesilmiş kadın.
Riayet : İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek. * Uymak, tâbi olmak. * Otlamak veya otlatmak. * Hıfzetmek, korumak.
Mecburiyet : Zora tutulma. Mecburluk.
Tekâmül : Kemâl bulma. Olgunlaşma.
Cihet : (C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt.
Vesile : (Vâsile) Bahane, sebeb. * Fırsat. * Elverişli durum. * Vasıta. Yol. * Pâye, rütbe. * Baba. * Kurbiyet. * Kendisi ile başkasına yaklaşılan şey. * Cennet'te bir menzil adı. (El- Vesiletü menziletün fi-l Cenneti hadis-i şerifi bunu te'yid ediyor.)
Hiss : Duymak. Farkına varmak. Duygu. * Bir kimsenin haline acıyıp rikkat ve şefkat eylemek. * Bir şeyi idrak edip şuur hâsıl eylemek. Bedendeki his uzuvlarından birisini müteessir eden bir şeyin mevcudiyetini idrak eylemek.
Ahadiyyet-Ehadiyyet : (Ahadiyet) Allah'ın (C.C.) her bir şeyde kendine âit birlik tecellisi. (Ehadiyyet, her bir şeyde Halik-ı Külli Şey'in ekser esmâsı tecelli ediyor demektir. Meselâ:
Güneşin ziyâsı, bütün zemin yüzünü ihata ettiği haysiyeti ile vahidiyyet misâlini gösterir ve her bir şeffaf cüz'de ve su katrelerinde, güneşin ziyâsı ve harareti ve ziyâsındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması ehadiyyet misâlini gösterir. Ve her bir şeyde, hususan zi- hayatta ve bilhassa her bir insanda o Sani'in ekser esması onda tecelli ettiği cihetle ehadiyeti gösterir. M.) (Bak: Rahmaniyyet)
Melekut : Tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. * Hükümdarlık. Saltanat. * Ruhlar âlemi. (Bak: Arş)(İnsan mülk ciheti ile kalbe zarf olur, melekut cihetiyle de mazruf olur. M.N.)
Mülk : Mal. Yer. Bina. * Hüküm ile bir şeyin zabt ve tasarrufu. * İzzet, azamet, şevket. * Bir şeyin dış yüzü. * İnsanın sahip ve malik olduğu şey. * Akıl sahiplerini tasarruf etmek. *
Mâlik olmak.(Her şeyin bir mülk, diğeri melekut, yâni bir dış, diğeri iç olmak üzere iki ciheti vardır. Mülk ciheti bazı şeylerde güzeldir, bazı şeylerde de çirkin görünür; âyinenin arka yüzü gibi. Melekut ciheti ise, her şeyde güzeldir ve şeffaftır. Ayinenin dış yüzü gibi. Öyle ise; çirkin görünen şeyin yaradılışı, çirkin değildir, güzeldir. Ve aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaradılışı, mehasini ikmâl içindir. Öyle ise, çirkinin de bir nevi güzelliği vardır. Binaenaleyh, bu hususta ehl-i İ'tizalin "Çirkin şeylerin halkı Allah'a âid değildir" dedikleri safsataya mahal kalmadı. İ.İ.) (Bak: Melekut)
Hıfz : Saklama. Koruma. Siyanet. Muhafaza. * Ezber etmek. Hatırda tutmak. Kur'an'ı ezberde tutmak.
Tezahür : Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş. * Birbirini korumak, birbirine arka olmak. * Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek. * Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını validesinin arkasına teşbih ederek "zuhruki kezuhri ümmî" demek.
Ziyâ : Işık, aydınlık, nur. Ruşenlik. (Nur, ziyâ'dan daha umumidir. Çünkü ziyâ aydınlığın intişarı mülâhazası ile ve Nur, intişarı ve sebatı mülâhazaları ile ıtlak olunmuştur ve bazıları indinde bizzat olan aydınlığa ziyâ; ve vasıta ile olan aydınlığa nur ıtlâk olunur. L.R.)(Ziyâ ile; mevcudat görünür, hayat ile, mevcudatın varlığı bilinir; her birisi birer keşşaftır. M.)
Seyyal : Akıcı şey, su gibi sıvı olup akan. Çokça akan su. * Yer değiştiren her şey.
Mevzu' : Bahis. Üzerinde durulan mes'ele. * Aşağılanmış olan. * Konulmuş. Vaz olunmuş.
Mevzu'ubahis : bahsedilen , konuşulan mevzu'.
Merkez : (Rekz. den) Bir şeyin ortası. Vasat. Yol. Durum, vaziyet. Hal, sûret. * Şubeleri bulunan bir teşkilâtın idâre olunduğu ve emir veren yeri, makamı. Bir şeyin en işlek yeri. Teşkilât olan yerin en yüksek makamı. * Geo: Dairenin orta noktası. Çaplarının kesim noktası.
Muhit : İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren. * Etraf. Çevre. * Büyük deniz. Okyanus. * Mc: Büyük âlim.
Vücûd : Varlık. Var olmak. Bulunmak. * Cesed, cisim, ten, gövde.
Kadro : ing. Bir işin yürütülebilmesi için icab eden bir cinsten şeylerin, bilhassa insanların tamamı veya bütünü.
Nazariye : (Nazariye. C.) Görüşler. Düşünceler. Doğruluğu isbat edilmemiş ilmi görüşler. Suistimal : Kötüye kullanma.
Ahenk : f. Seslerin arasındaki uygunluk. Düzgün tarz ve gidiş.
Fecî' : Çok acı veren, acıklı