KÂİNATTA AHENK

Kâinatta bir ahenk vardır.

Bu ahenge dikkat edilirse içinde görünmeyen, sezilemeyen, hissedilemiyen bir mantık ve şuûr gizlidir.

Anlayamadığımız boşlukları tesadüflere bağlarız.

Tesadüflerde de hissedilmeyen mantık ve şuûr gizlidir...

Bazan etrafımıza baktığımızda "Sıkıntılarımızı" manzaralar ve olaylar bir elbise gibi üzerlerine giyerler.

Sevdiğimiz güzel manzaralar, her şey bize sıkıntı verir.

Bizim dertlerimiz onlarda akseder âdeta...

Tesadüf yoktur.

Çok kısa bir anda tesadüf husule gelir.

Biz bundaki şuûru mantıklı ahengin o anda bozulduğunu anlayamayız, ismine iyi veya kötü, fecî' isimleriyle tesadüf deriz.

Bu anlayamadığımız şuûrlu ahengin bozulmasına bir anlık dalgınlık veya neşe veya görmemezlik ismiyle kendimizi teselliye gideriz.

Hâlbuki Balığın deryada yaşadığı gibi bizde dünya yüzünde yaşıyoruz. Buradaki şuûrlu ahenk de bizim deryamızdır.

ALLAH'ın hiçbir peygamber ve meleğe bildirmediği kendi ilminde gizli bu ahenk kaderdir.

Bozulması ki böyle bir bozulma yoktur.

Bu şuûrlu ahenk içinde bir hadise bir tesadüftür ki kaza odur...

İşte en basit târif çerçevesi içinde kaza kader...

"Alın yazısı, kader, kısmet böyle imiş!" gibi tâbirlerle bu şuûru tasdik ettiğimizin farkında değiliz...

Bu şuûr o kadar gizlidir ki hiss organlarımız bunu idrak edemez.

Bu şuûr ve akıl, "Külli Akıl" ALLAH'tır...

Alınyazısı diye bir anlam vardır.

Herkes kelimenin düşüncede doğurduğu mânâyı anlamadan alın yazısı der geçer... Bu, ALLAH'ın emirlerinde, dini inançlarda şüphesi olanların mesuliyet duygusundan, inançlarının zayıf olması neticesi doğan bir anlamdır.

İnanç tam olur, şüphe tozlarından arî olursa "alınyazısı" anlamının ne kadar gülünç olduğu anlaşılır. .

"Alınyazım böyle idi, kaderim budur!" demek ince şüphelerin mevcudiyetinin doğurduğu, HAKK'ın emirlerini, Resûl'ün sünnetlerini ihmal edenlerin kuruntusuna verilen isimdir.

Kader ve kaza'nın hakikatini anlayamayanların sözlüğünde mevcut bir duygu ifadesi ve anlamıdır.

"ALLAH'ın kader ve kaza kanununu" bu basit düşünce hududu içine alarak hüküm vermek doğru, değildir.

Alınyazısı, kaderin bu kelimelerinden çok uzak mânâlardadır.

"Asl"ın idraki için insan dimağında hücre yoktur..

Ancak seziş vardır.

Sezmek bir hakikatin mevcudiyetinin kâfi kavram vermesede en büyük delilidir.

Kâinatta intizam, isteme ve ahenk idrâk hududumuza girmeyen mekânsızlık ve zamansızlığın idrâki içindir.

Her an zamansızlıktan ve mekânsızlıktan mekâna ve zamana geliş vardır. Yine her an zaman ve mekândan zamansızlığa ve mekânsızlığa akış vardır.

Lâ Mekân'ın idrâki, mekân, zaman, vakit, müddet kelimelerinin ifade ettiği mefhumlarla sezilir.

Mekân olmadı mı zaman mevzuubahis değildir.

Zaman yok farzedilirse vakit kendiliğinden kaybolur.

Vakit olmadı mı müddet konuşulmaz.

Zaman devamlı bir nehir gibi akar gider.

Bu nehrin kaynağı yoktur.

Bilinmez, döküldüğü mansab, deryada, meçhullerin meçhulüdür.

Mekân, zaman akışına girdiği anda vakit sözü ortaya çıkar.

O zaman müddet mefhumu mekâna mânâ verir.

Görünmez mekansızlık ve görünür mekân arasında insan istifade etsin. Hakiki tanısın diye müddet murad edilmiştir.

Her an yok olup var olma. vardır.

Bu hâl devamlı ilâhi esmâların tecellîleri icabıdır.

Bir elektrik lambası saniyede 60 defa yanar söner.

Bu imkânsızlığı ve zamansızlığı idrak hassamız olmadığından biz lambayı devamlı yanıyor götürüz.

"Herşey HAKK'ı tesbih ediyor!" demek bu devamlı tecellî ihtizazlarıdır.

Mekân, Zaman, Müddetler kısaldıkça idrâk hassalarımızdan uzaklaşır. Nihayet bir hududa kadar gelir ki, artık onu ne görür ne işitir ne de idrâk edebiliriz...

Bu hududdan sonra Lâ Mekân başlar.

"Bu hudud" da mekansızdır.

Başlamak kelimesi burada yalnız Lâ Mekân'ın mevcudiyeti var demektir. Akıl hududunun ötesi, "Sidre"si...

Aslında ne zaman, ne mekân, ne müddet vardır.

Yokluk bile yoktur.

Hak Tealâ vardır.

Burada "Yarattı" demek bunların hepsi vardır demektir.

ALLAH bu hududsuz kâinatta herşeyi Zevceteyn= Çift yarattı.

Müsbet-menfi.

Dişi-erkek...

Görünür-görünmez.

Sıcak-soğuk.

Hayır ve şer.

Hayat-ölüm.

Cennet,cehennem...

Kudretini bu zıtların birleşmesinde izhar etti.

Dişi-erkek birleşmesinin altında "HAYY" kudreti gizli...

İlaâhir...

Elektronlardan, dünyalar kadar büyük varlıklara kadar...

Bunlara bir işleme, bir ahenk verdi...

Tabiat kanunları, fizikî, kimyevî, çekim, binlerce ahenkli değişmeyen olaylar...

Ve bu intizam kuruluşunu kendisine perde yaptı...

İnsanlar, âlimler bu kanunları buldukça HAKK'ı bulduklarını zannediyorlar. Ve tabiat çemberi lafından bir türlü kurtulamıyorlar.

Hâlbuki tabiat bu işleme; bu değişmeyen, akıl yoran ahenkli intizâmdır, Perdeler açıldıkça yine perdeler ortaya çıkıyor.

70.000 perde.

Bu sonsuzluğa kadar sürer.

Akıl almaz.

Hatta bunu, bu tezatları muhal görür manevî merkezi sarsar inkara gider. Müsbet ilmin buluşlarını görür.

Bunu hasıl olduğunu anlıyamaz.

Maddenin ötesini birdenbire inkâr edemez.

Bunu sapık felsefî, metafizik düşünceleriyle izaha kalkar. Aklın nereye kadar hududu olduğunu anlıyamaz.

Bu çabalama neticesi yine aşağıya düşer.

Tabiat der, doğa der, işin içinden sıyrılır ve ben âlimim diye feryat eder... Yaratıkların bizzât kendini yarattığını inanmağa başlar ki bu aklın aczinin tezahürüdür.

Kant, Laplas, Aranius, Monat nazariyelerini kurar.

Muhakkak bir başlangıç kabul etmek mecburiyetindedir.

Çünkü aklın hududunun dışını da akla sokmağa gayret ettiğinin farkında değildir. Bu da olmaz.

Bir milyar sene evvel.

On milyar sene evvel başlamıştır.

Ne başlamış onu da bilmez.

O ne zaman başlamış sualine rakamları çoğaltır.

100 milyar yıl evvel der.

Matematiğin beliğ ve kat'i ifadelerini utandırdığının farkında olmıyarak fasit bir daire etrafında döner durur.

Ne aradığını bilmez.

Çünkü inanma gücünü beslememiş, dumura uğratmıştır...

Bütün bu nazariyelerin hülâsası şudur:

Bir dev atomun infilâkı sonunda kâinat tekevvün etmiştir.

Yüksek hararet yüzünden elektronlarını kaybetmiş hidrojen atomu çekirdekleri birleşerek helyum atomuna dönüşürler burada ortaya çok büyük bir enerji açığa çıkar ve bütün yıldızlar teşekkül eder.

İnsanın idrâki sınırlıdır.

ALLAH'ı beş duygusuyla veya tasavvurlarıyla yakalamağa kalkıştığı zaman "Açık" veya "gizli" putperest durumuna düşer insan...

Bundan beşbin sene evvel FİSAGOR, DELFES Mabedi'nin kapısına altın yazılarla şunu yazmıştır:

"Adet, kâinatın

Tekâmül, hayatın

Birlik, ALLAH'ın kanunudur."

Bu hakikat, peygamberlerin bildirdiği, ALLAH'ın idrakinin akla muhal olduğunu ifade eder.

Bu işin maddî bilgilerle izah edilemiyecek olduğunun ifadesidir.

İslâmda bunun hülâsa kompirmesi şudur: .

Küfür:

Küfür demek hakıykati örtmek ve perdelemek demektir.

En kolay: "Herşeyi ALLAH yarattı!" demek...

Semavî kitapların bildirdiği emirlere şek ve şüphesiz inanarak boyun eğip bir başlangıç kabul etmek insanın şerefini tam makamına oturtur, insan "AHSEN-İ TAKViM" yaratılmıştır.

Cenabı-ı ALLAH insanda zâhir olduğu kadar hiçbir şeyde zâhir olmamıştır. Şiddetle zâhir olduğundan bu zuhur HAKK'ın perdesidir.

Musa'ya :

"LEN TERANİ : Beni göremezsin." diyor.

"LEN ERA : Ben görünmem" demiyor.

O hâlde düşün, ALLAH her yerde zâhirdir.

HAKK dağda tecellî etti.

Dağ birden eridi.

Bu ne demek.

ALLAH'a mekân veriyoruz.

Hayır öyle değil...

"ALLAH Ben kulumla görürüm"

ALLAH Musa'nın gözüyle dağa baktı.

Dağ eridi.

Musa bu bakışın şiddetine tahammül edemedi, bayıldı.

Bir Hadis-i Kudsî'de:

"Eğer insan benim indimde olan mertebesini bilseydi, her aldığı nefesle : "Bugün mülk yalnız benimdir!" sözünü söylerdi...

Güzel sözler vardır :

"Şehvet kralları köle yapar.

Sabır köleyi kral yapar."

Kibir, küçük insanların kendi küçüklüklerini gizlemek için gizlendikleri bir perdedir. Bir insan rüyada nara atar binlerce söz söyler.

Yanında oturanlar onları duymaz...

Hakikat da, o gürültülerden haberi olmayan, uyanık yok mu?

Asıl uykuda olan odur.

Deryaya hızlı akmak isteyen sularda balıklar durmaz.

Hakiki sabırda olanın hâline ne insan, ne cin, cümle yaratıklar akıl erdiremezler. Dağ gibi ayağını eteğine çekersen başın göklerden daha yüksek olur. Ayağını uzatarak oturma edebini senin göremediğin HAKK görsün.

Başkası değil...

Bir arpa büyüklügündeki misk bir yığın çamurdan hayırlıdır.

Ammaa...

Amması var, sen düşün...

Bilirmisin suya atılan insan batmaz...

Çünkü vücudun kapladığı su insandan ağırdır.

Batmak vehim ve şüphesini vücuda eklersen kapladığın sudan ağır gelir insan o zaman batar.

Yüzmek öğrenmek bir saniyelik teslimiyyettir bilir misin?..

Hersey sudan halkolmuştur.

Su kendinden halk olan şeyi yüzde tutar, batırmaz...

Fakat O da yani Su da, emr-i HAKK'la bu işi bir sarfa bağlamıştır.

Lût Denizi çok tuzludur.

Canlı mahluk yoktur:

İnsan kendini Lût Denizine atsa batmaz.

Niçin tuzludur evet biliyoruz onu.

O denizde Lût Kavmi HAKK'a inanmadıkları için dibine çöktüler.

Lût denizi de onlar gibi başkaları olmasın diye dibine kimseyi koymuyor da ondan...

Yukarıda bir nebze bahsettiğimiz âyetten söz ettik:

"ALLAH her şeyi çift yarattı bunun üzerine düşünürsünüz diye"...

İnsan biraz geriye tarihin derinliklerine dönüp bakarsa:

Taş devrinden, mağaralardan başka bir şey göremez...

Bu gün öne bakarsa...

Çimento, dinamit, yekdiğerine saldırma.

Cehennem...

Fezalara çıktı.

Amma, içinin fezasını tamamiyle kaybetti.

Daraldı, bunaldı, kendi kendiyle bile düşünüp konuşacak hâli de kalmadı... Ay'a gitti fakat mehtabı kaybetti.

Mehtaba manevî bir duygu yok artık bakamıyor.

Çocuklar bile artık "Ay Dede" diyemiyorlar.

Beşeriyet şimdi Venüs yolunda.

Maddeye hakim oldukça kendini mahkum hâle getirdi.

Taş Devrinde kendini korumak için öldürür, kan dökerdi...

Sanayi devrinde ise sanayi şerefine kan döküyor.

Buna da medeniyet diyor...

Evvelleri gül bahçesine gül koklamak için girerlerdi.

Gülü koklamaktan vazgeçti...

Evvelâ gülden reçel yaptı, sonra likörünü...

Şişelerde esanslarını ortaya çıkardı böylelikle Gülü de mahvetti...

Elektriği buldu.

Onu ilk bulduğu günkü sevincini de kaybetti...

Çünkü elektrik içinde büyüyen geceyi aydınlatamadı, karanlığı yenemedi, ışığı bulacağım derken nûrunu kaybetti.

Şimdi çok aydınlık bir karanlık içinde kaldı ki bunun çâresi yok.

Kendi bulduğu makine, kendini vahşileştiriyor.

Eski câhiliyyet devrinde Araplar rızık korkusundan kız evlâtlarını canlı canlı gömerlerdi...

Şimdi rızık korkusundan kız ve erkek demeden nüfus planlaması peşinde. ALLAH'ın kanun ve emrini inkârda olduklarının farkındamıdırlar?..

Herşeyin iki tarafı vardır:

Müsbet, Menfi.

Her çiftin de iki tarafı vardır.

Bir tarafı mekânda yer kaplar, ne kadar küçük olursa olsun.

Diğer tarafı bize görülmez.

Duyu azalariyle sezilmez.

Akıl bunu bulanık sezer veya düşünür, inanır veyahut inkâr eder.

İkinci taraf birinciye intikâl etmezse, madde tarafı yani mekânda yer kaplayan kısım âtıl kalır.

O zaman görünmeyen taraf da iş göremez olur...

İnsanın görünmeyen tarafı ayrılırsa, Cesedin hiçbir yeri iş göremez.

El oynamaz.

Göz görmez.

Kulak işitmez olur.

Şurada bazı misaller verelim:

Dinde haram denilen bir bahis vardır.

Bazı haramlar vardır.

Nice mes'eleler birçok hadiseler vardır ki her gün her an cereyan eder. Bunlar düğümler içine gizlenmiştir.

Bunları herkes göremez.

Henüz "Tefekkür" düşünme hassaları yani "olanı görme, anlama" kuvvetlerini tekamül ettirememişlerdir.

Akıl gözünü kapasa da, vicdan gözü daima açıktır.

Milyonlarca ölenlerle, milyonlarca doğanları ibretle seyredebilen HAŞR'ı daima görür.

HABİL-KABİL'den beri bu devam ediyor.

Kâinâtta herşey nikâhlıdır.

Müsbet ve menfi ismi verilen iki nev'i elektrik kendi zevciyle temasa geçince sessiz, sedâsız bir imtizaçla derhal hararet veya ziyâ isminde bir semere meyva doğurur.

Aynı cinsten olursa şiddetle birbirini red ederler.

Sevicilik, oğlancılık bu fizikî şekilde görünen kanunun değişmeyen oluşuna muhaliftir.

Ondan nizâm dışıdır

"İki tarafın rızasıyle yapılan faiz ile para almak niçin haram oluyor?" diye bir söz söyler.

Bu tatlı bir mülahazadır.

Kur'an, faizi ba's'ın onuncu senesinde yasaklamıştır.

Niçin onuncu senesinde?

Bunda da ince bir nokta vardır.

En büyük mertebe, ahenk, kâinâtta kanun:

"MUHABBET MERTEBE"sidir.

MUHABBET, herşeyin özüdür.

Herşeyin mevcudiyeti ALLAH'ın MUHABBET'i ile kaimdir.

Atom bile muhabbet ile birleşir.

Muhabbet, vücudun aslıdır.

Organ naklinde vücud kabul etmedi diyoruz.

Muhabbet yani uyuşma tam değildir demek.

Kan naklinde bile grup tutmasını arıyoruz,bu da iki kanın muhabbeti demektir... Faiz ise cemiyyette muhabbeti kaldırır.

Fakiri zengine düşman eder.

Faiz müesseseleri daima herkesin muhtaç olmasını bekler.

Muhtac-ı ileyh yani muhtaç olunacak yalnız ALLAH'tir.

Faiz muhtacın ihtiyacını şiddetlendirir.

ALLAH kendisiyle iştirak edeni sevmez.

Hak'tan ayrılan insanlar banka soyuyorlar, hem de kendilerini ölüme koyaraktan... Resûl'ü Ekrem :

"Bir gün gelecek faiz duman gibi herkesin üzerine koku hâlinde sinecek, almayanın bile!" bir hadiste buyurmuştur.

Ve bunların kıyamet alâmeti olduğunu bildirir.

Kıyamet alâmetlerini saymaya bugün hacet yok...

"Şu oldu şu olacak!" diye laf etmeğe de lüzum yok.

Bugün bütün insanların kendileri teker teker, birer birer kıyamet alâmetidir. Dünyanın sonu geldi diyorlar.

Yanlış, dünya yine eski dünya...

Dünyada ki insanların sonu geldi.

Tarihlere göz atmak yeter.

Milletler muayyen asırlar payidar olurlar.

Batarlar, başka milletler yerine gelirler...

ALLAH neyi yasak etmiş ise, beşer onu dinlememiş ve perişan olmuştur.

İşte dünyanın hâli...

İslâmda Zekât müesseseleri bu hâlin olmaması için kurulmuştur. Boşlukları da Vakıflar doldururdu.

ALLAH'tan ayrılmayan insanın fotoğrafını kudret makinası çekmiştir.

Bütün bu hâl ve doğuracağı neticeleri RESÛL'Ü EKREM'in ince bir hadisi çok güzel açıklamaktadır:

"Hasis ne kadar zahid olursa olsun Cennet'e giremez.

Bir cömert ne kadar fasık olursa olsun cehenneme giremez."

Eskiden Anadolu'da şehirlerden köylere kadar heryerde hatta mahallelerde küçük bir türbe vardı.

Bu türbe kimin olursa olsun.

Her hâlde bir insan yatıyor orda...

Mahallenin sâkinleri onlar namına evlerinin önünü temiz tutarlardı. Komşularıyla iyi geçinirler, fukaraya onlar namına yardım ederlerdi.

Belirli zamanlar da onlardan teselli alırlardı.

Bunlara Velî derlerdi...

Bunların birbirine benzemez huyları vardı.

Kimisi hâlim, kimisi celâl sahibi, kimisi yufka yürekli.

Fakat müşterek vasıfları HAKK dostu idiler...

Kerametlerinden, menkıbelerinden, efsanelerinden onları sıyırın çıkarın!.. Hepisi kendi nefisleri için yaşamamışlardır.

Etrafındakilere yol göstermişlerdir.

Bugün bunlardan eser kalmamıştır...

Anadolu halkının sabrını onlar yoğurmuşlardır.

Nûr içinde yatsınlar hepsi!..

Resûl'ü Ekrem bir hadisinde:

"SEYHAN, CEYHAN, FIRAT VE NİL nehirleri Cennet ırmaklarıdır" buyurmuştur. FIRAT mânâ itibariyle Tatlı Su demektir.

NİL mânâ itibariyle çivit renginde mavi demektir.

Şimdi burada "Mavi ile Tatlı Su" bu mühim bir sözdür.

Mânâsı "SEYHAN ve CEYHAN" kelimelerinde gizlidir...

Onu da siz bulun...

Niçin dünyadaki diğer nehirlerden bahis yoktur.

Hepsi halbuki bunun içindedir.

Fazla söyleyemeyiz.

Zira tatlı sularda yüzmek, tuzlu suda yüzmekten çok güçtür.

Boğulmak daha kolaydır.

Lût Denizi çok tuzludur, içinde ise canlı yaşar ne de batar...

Lût Denizinden bu kitabın birinci cildinde uzun bahis vardır.

Lût Denizi sessiz, sözsüz birşey haykırmak tadır.

Fırat ve Nil de tatlı bir fısıltı söylemektedir.

Daha söyleyemiyoruz.

Doğru olmaz.

Maddî varlık bir elementtir.

Maddî olmayan varlık bir element değildir.

İnsan beden ise, ruh nedir?

Ruh ise, beden nedir?

Sonsuzu işe karıştırmadan bunu târif mümkün değildir.

Sonsuza girmeden ideal, doyurucu bir târif yapılamaz.

Biyoloji, canlı varlığı cansızdan ayırırken birçok faktörler ortaya koyar. Bunlar insanı tatminden uzakta.

Bir cevap bulma çabasından başka birşey değildir.

Biyoloji kitapları canlılık târifine ruhu, sonsuzu, aklın ötesini sokmadıkları için hiçbir zaman ideal bir târife varamamışlardır.

Bir biyoloji kitabı açarsak, insanı, canlı varlığı, cansız varlıktan ayıran başlıca vasıfları sayar durur.

Bunların hepisinin altında yine tatminden çok uzak bir cevap bulma çabalaması gizlidir.

Ruhla irtibat kuran herşey canlıdır deriz.

Medeniyet de ruhla irtibat kuran insan icadıdır.

Şüphe edilecek, şeyden şüphe etmemek, şüphe edilmeyecek şeyden şüphe etmek ahmaklıktır....

Teselli : Avunma. Kederli ve gamlı olan bir kimseyi söz ve nasihatle ferahlandırma.

Halbuki : (Hâl bu ki) Hakikat ve doğrusu şudur ki, öyle iken.

Kader : Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî.

Târif -Ta'rif : (İrfan. dan) Bir şeyi belli noktalar ve işaretlerle inceden inceye anlatıp bildirmek, tanıtmak. Kavl-i şârih. * Bir maddeyi bütünüyle bir ibare halinde anlatmak. * Gr: Bir ismi marife etmek. * Arafat'ta vakfe yapmak.

Külli-Küllî : Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün. * Çok, ziyâde, fazla. * Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın eli, ayağı, kolu, gözü dersek cüz' ve cüz'îyi ifade etmiş oluruz. Dünya denilirse küll; dünyanın karaları, kıt'aları veyahut denizleri dediğimiz zaman küll'ün eczasını ifade etmiş oluyoruz. Küll, cüz'lerden meydana geliyor.

Mes'uliyet : Mes'ul olma hâli. Yaptığı iş ve hareketten hesap vermeğe mecbur oluş.

Arî : Pâk, pislikten uzak. * Hür.

İhmal . Gereken ilgiyi göstermeme,savsaklama,önem vermeme.

Dimağ : Beyin. Kafanın içi. (Bak: Kalb)

Mecburiyet : Zora tutulma. Mecburluk.

İntizam : Tertib, düzen, düzgünlak ve nizam üzere olmak

İcab : Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak. * Ist: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, "Bu malımı sana şu kadar paraya sattım" demesidir. Müşterinin de kabul etmesine dair olan sözüne "kabul" denir. Şer'i ıstılahta buna "icâb ve kabul" denir.

İhtizaz :Titreşim, titreşme.

Hassa : (C.: Havass) İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Te'sir. Menfaat. * Adet ve alâmet. Ekâbir, kavmin ileri geleni.

Sidre : Ağaca teşbih edilen, yedinci kat gökte bir makam ismi.

Tezad : İki şeyin birbirine zıt olması. Aksilik. Terslik. * Edb: Mânaca birbirine zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.

Muhal : İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz. * Hurâfe olan nazariye.

Acz : Beceriksizlik. İktidarsızlık. Kuvvetsizlik. Güçsüzlük. Yapamamak. * Zarardan korunmak gücünün olmaması. * Bir şeyin geri tarafı.

Sual : İsteme. İstek. * Soru. Sorulan şey. * Dilencilik.

Dumur : Bir uzvun maddi veya mânevi kabiliyetinin körelmesi. Gıdasızlıktan dolayı bir uzvun kuruyup kalması. Helâk. Körelmek. * Bir yere izinsiz gitmek.

Hülasa : Bir şeyin, bir bahsin özü. Kısaca esası.

İnfilak : Açılma. Yarılma. Patlama. İnşikak etme.

Tekevvün : (C.: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş. * şekillenmek. * Var olmak. Hararet : Sıcaklık.

Tasavvur : Bir şeyi zihinde şekillendirmek. Tasarlamak. * Düşünce, tasarı. Arzu. (Bak: Dimağ)

Put : Allah'tan başka tapılan herşey. * Heykel. Sanem. Kendisinden medet beklenen veya lâyık olmadığı hürmet kendine yapılan maddi mânevi resim, heykel ve her çeşit cisim.

Hakikat : (C.: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki. * Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek. * "Mecâz" karşılığı, esas olarak kullanılan kelime. * Edb: Bir kelime neyi anlatmak için konulmuş ise, bu kelimenin o mânada kullanılması; göz kelimesinin, aynı o bilinen uzuv mânasında kullanılması gibi. (Bak: Mahiyet, Mecaz)

İfade : Anlatmak. Söylemek. * Fayda vermek, fayda tutmak.

Ahsen-i Takvim : En güzel kıvama koyma. * Cenab-ı Hakkın her şeyi kendisine lâyık en güzel kıvam, sıfat ve sûrette yaratması. İnsanın en yüksek ve câmi isti'dâd ve kabiliyetlerde ve en güzel sûrette yaratıldığı.

Zâhir : (Zuhur. dan) Görünen, âşikâr olan. Açık, belli, meydanda olan. * Görünüşe göre. * Şüphesiz. * Sûret. Dış yüz. Görünüş. * Anlaşılan. * Meğer. Galiba. Zannederim. Elbette.

Tekâmül : Kemâl bulma. Olgunlaşma.

Şehvet : Hevâ-yı nefsin meyli ve arzusu. * Bir şeyi fazla istemek. * Cinsî istek. Mahbube için olan istek, iştiha. (Yemek, içmek, uyumak da şehvetin şubelerindendir.)Kudsi Hadis'te Cenab-ı Hak buyuruyor: "Ey benim için şehvetini bırakıp gençliğini bana veren genç! Sen meleklerin bir kısmı gibisin."

Sabır-Sabr : Acıya ve zorluğa katlanmak. * Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması. * Muharebede şecaat gösterme. * Bir kimseyi bir şeyden alıkoymak. * Öğrendiği bir şeyi başkasının da öğrenmesi için tâkat getirmek.

Kibir-Kibr : (Kibr) Kendisini büyük gösteriş. Büyüklük. Kendisini, başkalarından üstün olmadığı hâlde üstün görme ve tutma hastalığı. * Şeref ve şan. * Bir şeyin muazzamı. Büyük.

Misk : Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.)

Teslimiyet : Kendini Allah'a veya başka birinin iradesine terketmek, boyun eğmek.

Sarf : (C.: Süruf) Harcama, masraf, gider. * Fazl. * Hile. * Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme. * Farz. * Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin değişmesinden, birbirinden türemesinden bahseden ilim şubesi. Kelime bilgisi.

Kelime şekli bilgisi. Morfoloji. Tasrif çeşitlerini, isim ve fiil nevilerini öğreten ilim. * Para bozma.

Lût (as) : Hz. İbrahim'in kardeşi Harran oğlu Lût (A.S.) onunla beraber Bâbil diyarında Şam yakasına geçmişti. Sodom nahiyesine peygamber oldu. Bu nâhiyenin ahalisi ehl-i küfr ve fücur idi. Yolsuz giderlerdi ve hiçbir kavmin yapmadığı fuhşiyatı yapalardı. Hz. Lût, onları doğru yola dâvet etti, dinlemediler ve çok nasihat etti, kabul etmediler. Cenab-ı Hak da onların başına taş yağdırdı ve zelzele ile köylerinin altını üstüne getirdi. Cümlesi helâk oldu. Yalnız Lût (A.S.) ehl-i beytiyle geceleyin içlerinden çıkıp kurtuldu. (Kısas-ı Enbiya'dan).

Nebze : Az miktar, cüz'i, bir şeyin artığı.

Feza : Yıldızlar arasındaki geniş boşluk. Gökyüzü. * Yer geniş olmak. * Açık sahra. * Saha. * Yerde akan su.

Mehtab : f. Mâhtâb. Ay ışığı.

Beşeriyet : İnsanın tab' ve hilkati ve fıtrî halleri. İnsanlık.

Medeniyet : Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik. Yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve san'atta tekâmül etmiş cemiyetlerin hâli. * İslâmiyetin emirlerine göre, usulü dâiresinde yaşayış.

Esans : Çeşitli yollarla bitkilerden elde edilen veya suni olarak yapılan, kokulu ve uçucu sıvı.

Nûr : Aydınlık. Parıltı. Parlaklık. Her çeşit zulmetin zıddı. Işık. * Kur'ân-ı Kerim. İman. İslâmiyet. Peygamber. * Zulmeti def eden, şule, ışık.

Rızk-Rızık : Yiyip içecek şey. Maddi mânevi ihtiyaca lâzım nimet. Allah'ın herkese lütuf ve kısmet ettiği ve bekaya sebeb olan nimet.

İnkâr : Bilmeme, tanımama. Yaptığını ve söylediğini gizleme. * Yapmadım deme ve ayak direme. * Reddetme. (Bak: Nefy).

Müsbet : İsbât olunan. Delilli. Açık ve sabit olan. * Menfinin zıddı. Pozitif, olumlu. * Yazılıp kaydedilmiş. Tesbit edilmiş olan.

Menfî : Müsbetin zıddı. Müsbet olmayan. * Nefyedilmiş, sürgün edilmiş. Sürgün. * Bir şeyin olmayacak cihetini düşünen. * Hakikatın aksini iddia eden. * Gr: Başında nefiy edatı bulunan kelime veya cümle. * Nâkıs. Negatif, olumsuz.

A'za : (Uzv. C.) Bedenin her bir uzvu. * Bir cemiyete mensup kimse.

Cesed : Ten, gövde, vücut, beden. Ruhsuz vücud.

Vicdan : İnsanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyan ve kötülükten elem alan manevî his. * Kendinden geçme, dalma. * Bir şeyi bir halde görme, bulma. * Duyma, duygu. * İnanç. * Şuur. * Bâtın ile Hakkı tanımak. * Din.

Haşr : (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek. * Toplama, cem'etmek. * Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. Allahın, ölüleri diriltip mahşere çıkarması. Kıyamet.

Bir tohumun içinden büyük ağaçlar çıktığı gibi, her bir insanın acb-üz zeneb denilen bir nevi çekirdeğinden diriltilerek bütün insanların Haşir Meydanında toplanmaları. (Bak: Acb- üz Zeneb) (Bak: Hudus)

Hudus : Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme.

Nikâh : Evlenme. Şeriata uygun şekilde evlenme. * Resmi evlenme muâmelesi. (Bak: Mücâhede).

Nev' : Çeşit, sınıf, cins. * Taleb etmek. Meyletmek, eğilmek. İki yana sallanmak.

İmtizac : Muvafık ve mutabık olmak. Mezcolmak, uyuşmak. İyi geçinmek. Karışmak.

Faiz : Ödünç verilen para için alınan ve şer'an haram olan kâr. Faizin iş hayatındaki mânası, "sen çalış, ben yiyeyim"dir. Küçük tasarruf sahiplerinin paraları bankalarda toplanıp, büyük yekûnlere ulaşır. Banka bu parayı aldığından daha büyük faizle iş sahiplerine kredi olarak verir. İstihsâl edilen (üretilen) malların fiatına masraf olarak bu faiz eklenir. Böylece malların fiatı faiz yüzünden %50 civarında veya daha fazla artar. Bu malı satın alanlar, ödedikleri fiatla birlikte vaktiyle yatırımcının ödediği faizi kendileri ödemiş olurlar. Böylece tasarruf sahipleri bankadan aldıkları faizden çok daha fazlasını bu malı satın almakla geri ödemiş olurlar. Ayrıca fiatların yükselmesiyle dar gelirlilerin haklarına tecavüz etmiş olurlar. Çalışmadan para alıp vermekle zenginleşen bir zümrenin türemesine de sebep olurlar. İslâm, faizi haram kılmakla bu haksızlıkları önler. (Bak: Riba)

Taşan, dolan.

Mülahaza : Mütâlaa. Dikkatle bakmak. İyice düşünüp bir işin hakikatını tetkik etmek. Tefekkür, düşünce.

Ba's : Gönderme, gönderilme. * Cenab-ı Hakk'ın peygamber göndermesi. * Diriliş. Yeniden diriltme. İhyâ. * Uykudan uyandırma.

Kaim : Ayakta duran. Mevcut. Baki. * Vaktini ibadetle geçiren.

Muhabbet : Sevgi, sevme. * Sohbet. Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi. (Zıddı: Buğzetme ve adavettir.)

Cem'iyet : (Cemiyet) Topluluk, birlik. Hey'et. * Bir yere cem' olma. * Mânevi birlik teşkil eden cemaat. * Huk: Kazanç paylaşmaktan başka bir maksadla, ikiden ziyâde şahsın ilim ve mâlumâtlarını ve faaliyetlerini devamlı bir şekilde birleştirmek sûretiyle bir esas nizamnameye müsteniden ve hükmî şahsiyyeti hâiz olarak kurdukları teşekkül. (T.H.L.) * Tas: Zihnin yalnız Cenab-ı Hak ile meşguliyet hali. * Edb: Tenasübü veya tezadı dolayısıyla birbirine uyan kelimeleri veya zıd olan kelimeleri beraber aynı ifade içinde bulundurmak. (Edebiyat Lügatı'ndan bir misal:Bir tâir-i kudsîyi uçurdun yuvasından.Bir lâne-i sevdayı tebah eyledin ey mevt.Bir tûde türaba çevirip cism-i latifin.Bir haclegehi hâki siyah eyledin ey mevt."Tair, uçurdun, lâne, tûde, türab, hâk" lâfızları arasında tenasüb vardır."Bir tûde türab" ile "Cism-i latif" "haclegeh" ile "hâk-i siyah" arasında tezad vardır. Buna, sözün cem'iyyetli olması denilir.

İştirak : Ortak olmak. Ortaklık etmek. Bir işde yer almak. Hissedâr olmak. * Bir lâfızda çok mânalar müşterek olması. Meselâ: "Ayn" kelimesi. Hem göz, hem de kaynak mânasına gelir.

Alâmet : İz, nişân, işâret.

Muayyen : Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tayin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış.

Payidâr-Payedâr : f. Rütbeli, pâyeli, itibarlı.

Perişan : f. Dağınık, karışık. * Bozuk, tertibsiz, düzensiz. * Kederli, hüzünlü, kaygılı.

Zekât : Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyâdeleşme, artma. * Temizlik. Taharet. (Bak: Sadaka, Nisab).

Müessese : (C.: Müessesât) (Esas. dan) Bina, kuruluş. * Kurum.

Vakıf -Vakf : Bir kimseyi veya bir şeyi alıkoymak, durdurmak. Kımıldatmamak. *

Hareketten fariğ olmak, imsak etmek. Hapsetmek. Aslâ satılmamak, başka şeye tebdil olunmamak şartı ile bir mülkü Allah yoluna vermek. Menfaatı hayır nevilerinden birisine âit olmak üzere bir mülkü ilelebed vermek. * Tecvidde: Durmak ve durdurmak mânalarına gelerek, nefesle beraber sesin kesilmesine denir. Yâni: Kur'an-ı Kerimi tilâvet ederken herhangi bir kelime üzerinde bir müddet sesi kesip, nefes alarak dinlenme halidir.

Hasis : Çabuk. Çok aceleci. * Ayartılan, tergib ve teşvik edilen.

Hasis : Cimri, pinti, kısmık.

Zahid : (Zühd. den) Tas: Borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka dünya süs ve makamlarından feragat eden kimse. Sofi. Müttaki. Zühd ve perhizkârlıkla muttasıf.

Cömert : Eli açık, ikramcı, kerem sahibi.

Fâsık : (Fısk. dan) Günahkâr. Hak yolundan hâriç olan. Allah'ın emirlerine karşı zıt hareket eden. Büyük günahı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse.

Sakin : Hareketsiz, kendi hâlinde. Bir yerde oturan. Kararlı. * Gr: Harekesi olmayıp cezimli (sakin okunan) harf.

Fukara : (Fakir. C.) Yoksullar, fakirler.

Halîm : Yumuşak huylu. Hoş muamele yapan. (Bak: Elhalîm)

Yufka : İnce ve çabuk kırılır, dayanıksız.

Müşterek : Birlikte, ortak kullanılan. * Elbirliğiyle yapılan, birlik.

Keramet : Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir abdin hilaf-ı âdet hâli. * Bağış, kerem. * İkram, ağırlama.

Menkibe : (Menkıbe. C.) Menkıbeler. Hayat hikâyeleri.

Efsane : Masal. Uydurulmuş yalan hikâye.

İrtibat : Bağlanmak, raptedilmek. Muhabbet, dostluk ve alâkadarlık. * Düşmana karşı cenk için hudutta at sahibi olmak.

İcad : Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek. (Bak:

İbda')